12 Şubat 2010 Cuma

Hazal röportajı


90’lı yıllar Türk Pop Müziği için unutulmaz yıllardır. O zamana dek “Türk Hafif Müziği” olarak adlandırılan ve Türkiye’nin çok da alışık olmadığı pop müzik, Aşkın Nur Yengi’nin Sevgiliye’si ve Yonca Evcimik’in Abone’siyle başladığı yolculuğu 2000’lere kadar başı dik bir şekilde sürdürmeyi başardı sayılır. Ne var ki bu tarihlere gelindiğinde artık büyük yapımcılar star yaratmak bir yana, var olan starlara bile yeterince yatırım yapmazken, birçok vasat, hatta vasat altı şarkıcı da bu dönemde hayatımıza girmeye başladı. Eğer bu değişimi bir tufan olarak kabul edersek, bu tufandan geriye çok az sağlam yapı kaldığı söylenebilir.
İşte o “sağlam yapı”lardan biri de Hazal’dır. 1995 yılında Sevdalım albümüyle hayatımıza girdiğinde pop müzik tam da zirve yıllarını yaşıyor, her gün yeni bir albüm piyasaya sürülüyordu. Ama “Sevdalım”, “Elden Yar Olmaz” ve “Bozuyorum Yeminimi” gibi şarkıları barındıran bir ilk albüm olan Sevdalım’la Hazal, hepsinin içinde ilk fark edilenlerden oluyordu. O da istikrarını 2000’lere kadar sürdürdü, 1997’de, müthiş slow’lar ve o zamana dek yapılmış en ilginç cover’ı (Osman Abim) barındıran Aşka Dair, “Elden Gittik” ve “Sabret” gibi duygusal şarkılarla pop müzik tutkunlarının hafızasına zamk gibi yapıştı. 1999’da, tam da büyük deprem öncesinde çıkardığı Sürgün Aşkımız da, macerası kısa sürmesine rağmen bir çok hit çıkarmayı başardı. Bir Şükran Ay klasiği olan “Parayla Saadet Olmaz”la cover geleneği devam ediyor, “Sürgün Aşkımız” ile o zamanın genç aşıkları, belki de şimdinin evlileri duygusal hallere bürünüyordu.
Ama 2000’ler Hazal için biraz suskun geçti. Şimdilerde okuduğum röportajlarından anladığım kadarıyla kendisi “Neden bu kadar uzun süre bir şey yapmadın”vari sorulara haklı olarak kızıyor. Çünkü piyasada görünmemenin boş boş oturmak anlamına gelmediğinin en iyi örneği o. Bu zaman zarfında yapmak istediği birçok şeyi yaptı ve aramıza son albümü Geriye Dönme ile döndü.

Öncelikle yeni albümünüz hayırlı olsun diyorum. 1999’dan bu yana oldukça uzun bir zaman geçti. Eminim “Piyasada yoktun, ne yaptın bunca yıl” gibi sorular sizi sinir ediyordur. Çünkü bildiğim kadarıyla dolu dolu bir 10 yıl geçirdiniz, bireysel olarak birçok edinimleriniz oldu, öyle değil mi?

Bu kadar başarılı bir şekilde analiz edilmekten büyük mutluluk duydum, onu belirtmek isterim. Sadece bir düzelteme yapmak istiyorum; "Osman Abim" isimli şarkı cover değildi, farklı bir melodiye ve sözlere sahipti. "Osman Abim Evde mi?" isimli türkünün iki cümlesi kullanılmıştı. Gerçekten de Milenyum’a giriyoruz diye büyük tantanaların yaşandığı 2000 yılından sonra şirketler sektörden ellerini çekmeye, eskisi gibi yatırım yapmamaya başlamıştı ki ben son albümün promosyon aşamasında da bundan payımı aldığımı düşünüyorum. Tabii internetin yaygınlaşması ve paylaşım paltformlarının bunda büyük etkisi var. Bunun yanında kaliteli yapımların azalması, farklı kaynaklarlardan destek alan bazı kişilerin, ünlü olmak adına yapılmış işleriyle tepeden inmesi çok can sıkıcıydı. Bu karmaşada yerimin ne olduğunu sorgulamaya başlamış ve biraz geri çekilmek istemiştim. 2001 yılında çıkan öğrenci affıyla albüm yapmadan önceki en büyük idealimi gerçekleştirme fırsatı yakaladım ve konservatuvara geri döndüm. Abuk subuk ilişkilerin olmadığı, idealist bir ortamda, müzikle çok daha yoğun bir biçimde iç içe olmak bana ilaç gibi geldi. Bu arada özel gecelerde ve konserlerde sahne almaya devam ettim. Söz ve beste çalışmalarına ağırlık verdim. Bir öğrenci olarak yaşamam gereken her şeyi belki 5-6 sene geriden gelerek yaşama şansım oldu. Kısacası içimde hiçbir ukdenin kalmadığı, müzik eğitimimi tamamlamış olmaktan dolayı özgüvenimin sağlamlaştığı bir dönemdi.

Geriye Dönme de bir dönüş albümü için ironik bir isim olmuş açıkçası. Bu 10 yıl albüme nasıl etki etti?

Geriye Dönme albümdeki şarkılardan birinin adı. Bu ismi albüme koyarken bu ironiyi hesaplamış değildim. Sonrasında bu şekilde çağrışımlar yapabileceğini fark ettim tabi fakat bu sonucu değiştirmedi. Neticede benim hayatımda her zaman geçerli olmuş bir felsefeydi. Yeni albüm, önceki albümlerime göre çok daha fazla kendimi ifade edebilme şansına sahip olduğum bir albüm olarak değerlendiriyorum. Bir şarkı dışında bütün sözleri ben yazdım. İki de bestem var. Diğer besteler ise işte o ortalıkta görünmediğim günlerin kazancı olan bir müzisyen Dost Bilen Kırım’ın. Albümün ilk klibini "Görmeseydim" isimli şarkıya çektik, önümüzdeki günlerde müzik kanallarında yayınlanmaya başlayacak.

Şarkıcı olmak en büyük hayaliniz miydi yoksa tesadüf eseri mi giriş yaptınız piyasaya?

Şarkıcı olmak benim için bir hayaldi, evet gerçekten büyük bir hayaldi. Öte yandan ilk albüm teklifine tesadüf dersem de kendime haksızlık etmiş olurum. Konservatuvardan arkadaşlarımla beraber sahneye çıkmaya başlamıştım. Sahneye çıkarak bi şekilde bu işin olma ihtimalini arttırdığımı düşünüyorum. Sahneye çıkışımın 4. ayında ilk albüm teklifi geldi. Bu teklifi değerlendirdiğim için çok memnunum fakat ne tam olarak alaylı, ne de okullu olmamanın acemiliği beni biraz zorladı. Çünkü sektörde yetenekli olmak yetmiyor, özellikle insan ilişkileri çok yorucu.

İlk albümünüzü çok küçük bir yaşta çıkardınız. Bir çok hit de kazandırdınız pop müziğe. O zamanlar gördüğünüz ilgi sizi hayrete düşürdü mü?

Evet, çok şaşırmıştım. İlk klibimin yayınlandığı günün ertesinde yanımdan geçen iki kızdan birinin diğerini, "Aaaa! Hazal değil mi bu?" diye dürtmesiyle "N'oluyoruz" demiştim içimden. Sonrasında konserlerde hiç tanımadığım insanların gülümseyerek, sevgiyle bakması ya da ağlama krizlerine girmesi daha da şaşkınlığımı arttırmıştı. Tabii bir zaman sonra onların psikolojisini anlamaya başladım. Büyüleyici bir şey karşılıksız sevilmek.

Benim kişisel olarak en sevdiğim albüm Aşka Dair. Size hangisi diye sorsam, “Hepsi çocuğum gibi” mi dersiniz, yoksa net bir cevap verebilir misiniz?

İlk günden beri o klişe kelimeyi kullanmaktan kaçındım ve dürüst olmanın gerekliliğine inandım. Benim için torpilli şarkılar var. Mesela ilk albümden "Bozuyorum Yeminimi" isimli şarkımı, ikinci albümden "Aşka Dair" isimli şarkımı, üçüncü albümden "Sürgün Aşkımız" isimli şarkımı diğerlerinden biraz daha farklı bir yere koyarım.

Gelelim müzik piyasasındaki sorunlara. Pop müzik 90’larda altın çağını yaşarken birden bire işin seyri değişti. Yapımcılar sizin gibi sanatçılardan çok iyi para kazandı ama 2000’lere gelindiğinde gözle görülür bir yozlaşma başladı. Tüm bunların müsebbibi yapımcılar mı, yoksa sanatçıların da kabahati var mı?

Yapımcılar çoğu kazandıklarını sektöre geri döndürmediler, bu var kesinlikle. Tutan bir işi daha da yükseltmek için daha fazla yatırım yapmak yerine, nasıl olsa tuttu diyerek albüm bütçelerini daralttılar. Emek harcamadan çok kazanmak isteğini hiçbir zaman anlayamadım zaten. Kazandıklarıyla yiyip içip gezdiler, yat villa aldılar şimdi de sektör bitti diyorlar. Müzik bilgisi olmayan prodüktörlerin, kişisel çıkarları doğrultusunda, sadece güzel ya da yakışıklı olan, müzikle alakası olmayan kişilere yapılan albümler de bu çöküşte epey bir rol oynadı. Kalite git gide düşmeye başladı. İnsanlar da sıkıldılar bir yerden sonra. Pop müzik ve pop müzik yapan şarkıcılar saygınlığını yitirmeye başladı. Gerekli niteliklere sahip olan, işini önemseyen ve üretenler ayakta kaldılar. Gereksiz yer işgal edenlerse hep vardı, hala da var. Onlara da bir şey diyemiyorum sonuçta herkesin hayallerini gerçekleştirmeye hakkı var, onları topluma sanatçı diye lanse edip, destekleyenleri hatalı buluyorum. Ne kadar popülersen o kadar sanatçısın anlayışı yerleşti, bütün kavramlar birbirine girdi, durum vahim.



Hiç kendi kendinize “Artık geri dönmek yok. Ne halleri varsa görsünler” deyip pes ettiğiniz zamanlar oldu mu?

Olmadı böyle bir şey. Eski bir sporcuyum, o sebeple pes etmek diye bir kelime bilmiyorum. Bir şeyi yapmak istediğim zaman, hedefe kilitlendiğimde hırslı ve mücadeleci olurum. Bazen beni tiye alırlar; maçın 86. dakikasında, 3-1 geride olduğumuz halde son dakikaya kadar kazanma şansımız olduğunu savunurum. Başkalarının düşüncesi beni bağlamıyor. Yok işte geç kaldın, unutuldun vs... Hiç kimseye sırtını dayamadan bir şeyler başarmış bir insanın, yine sahip olduğu yetenek, bilgi ve emekle her zaman başarma potansiyeli vardır. Şans da lazım tabii.

Diyelim ki bugün bir yapım şirketi kurdunuz. Yapacağınız ilk şey?

Gerçekten başarabileceğine inandığım, yetenekli, kültürlü, çalışkan, vizyon sahibi, yaptığı işi iyi bilen, samimi davranan, enerjisi yüksek, iletişimi güçlü, yaptığı işi iyi bilen, konusuna hakim olan şarkıcı ve müzisyenleri keşfedip onları bir araya getirmek, alternatifler sunabilmek ve hiçbir masraftan kaçınmamak isterdim. İnce eleyip sık dokuyarak profesyonel bir ekip oluştururdum. Biri tutmazsa öteki tutar mantığıyla 40 tane prodüksiyon yapmazdım. Az ama öz işler yapardım. Uzun vadeli düşünür, yaptığımız işin arkasında durur, hiçbir zaman 'aman bu iş patlamadı' diyerek projeden elimi çekmezdim.

Sizce aynı camiayı paylaşan insanlar dost olabilir mi? Kaba tabirle “kazık” yediğiniz zamanlar oldu mu?

Egosunu törpülememiş insanlarla dost olmak biraz zor gözüküyor. Sevgi, nefret yan yana gidiyor sanki sanatçı dostluklarında. Biri diğerinden biraz daha başarılı olsa arızalar çıkmaya başlıyor. Karakterleriyle de ilgisi var tabii; kimisi belli eder bu hislerini, kimisi sinsidir. Genelde bu camiada düşmanını yakın tut felsefesiyle yürüyen, dostluk diyemeyeceğimiz ilişkiler var. Her şeyde olduğu gibi mutlaka istisna insanlar vardır tabii. Yaşça daha küçük ve tecrübesiz olduğum dönemlerde kazık yediğimi farketmem biraz zaman alıyordu. Şimdi niyetleri az buçuk bir paranoyayla hissedebiliyorum sanki.

Her zaman merak ettiğim ve hiçbir röportajcının sormayı akıl etmediği bir soru var kafamda. Yorumcu ve aranjör ilişkileri hep merakımı çelmiştir. Aranjörlerden yana şanslı mısınızdır? Diyelim ki bir şarkı üzerinde çalışıyorsunuz ve aranjörün algısı sizinkinden çok farklı. Doğal olarak aklınızdakinden çok daha farklı bir şey çıktı ortaya. Sonrası nasıl gelir?

Kendi seçtiği aranjörle çalışabilen sanatçıların sayısı gerçekten çok az bizim sektörümüzde. Bu ne istediklerini bilmeleriyle alakalı olduğu kadar, şirketin sanatçı üzerindeki yaptırımlarıyla da alakalı. Bizim camiamızda niteliklerin çok da bir önemi yok maalesef. Nasreddin Hoca’nın dediği gibi parayı veren düdüğü çalar istediği gibi. Sizin ne düşündüğünüze önem vermeyen şirket patronları o kadar çok ki. Bu aranjörle çalışıcaksın derler ve konu orada kapanmıştır. Konumunu hazmedemeyen sanatçılar kadar, konumunu hazmedemeyen aranjörler de var, en büyük sıkıntı onlarla yaşanıyor. Sizin ne istediğinizi, kapasitenizi düşünmeksizin sanki kendi albümlerini yapıyormuş gibi çalışırlar. Bazıları da ne kadar anlatırsanız anlatın ne istediğinizi anlamazlar, aynı yerden bakmıyorsunuzdur olaya. Bu da çok can sıkıcı. Müzikal anlamda aynı vizyonu paylaşabildiği bir aranjöre denk düşen sanatçılar çok şanslı bu durumda. İnternet paylaşımlarının artması yüzünden,dibe vuran albüm satışlarıyla birlikte prodüksiyon şirketleri yok denilebilecek sayıya gelince, iş başa düştü. Belki de bu, nitelikli işler üretebilmek adına hayırlı oldu, albüm yapmak isteyen sanatçılara istedikleri aranjörle çalışıp, istedikleri müziği yapma imkanı yarattı.

Aranjörlerle yorumcuların egoları sık sık çatışır mı?

Ben böyle bir durum yaşamadım henüz. Eğer karşılıklı olarak birbirlerinin yetenek ve bilgisine saygı duyuyorlarsa çatışmadan çok müzikal bir zenginlik söz konusu oluyor.

Diğer bir merakım da albümün yapım aşamasında yapımcıyla olan ilişkiler. Ne kadar etkisi olur bir yapımcının albüme? Hiç bu zamana kadar şarkılar ve konsept üzerinde sizi yönlendiren, istemeseniz de yapmak zorunda bırakan bir tutumla karşılaştınız mı?

Maalesef böyle bir tutumla yaklaşan yapımcım oldu. O albümün tamamıyla ilgili değil ama birkaç şarkıyla ilgili olarak. Bu sadece mutsuzluk yaratıyor insanda. İnanmadığın, yapmak istemediğin bir şeyi yapmak zorunda bırakılıyorsun sonuçta. Albüm tanıtımı aşamasında katıldığım programlarda dilim başka kalbim başka söyler bir pozisyona düşmek istemedim hiçbir zaman. Bu konularda da dürüst davrandığım ve yine burnumun dikine gittiğim için çok eleştirilmişimdir yapımcım tarafından.

Disiplinli misinizdir? Hani Twitter’da bazı malum kişiler var, ellerinde bütün gün telefon, ne kadar çalıştıklarını, 3 saat uyku uyuyup sabah 6’da kalkıp spor yaptıklarını falan anlatıyorlar. Siz böyle kendine asker gibi davrananlardan mısınız?

Disiplinli olmam gereken dönemlerde disiplinliyimdir ama keyifli yaşamayı da, tembellik yapmayı da bilirim. İşimi önemserim ve çalışmaktan kaçmam. Aşırı kontrolcüyüm; benimle ilgili yapılan her şeyi, gelişmeleri bilmek isterim. Bir iş yapılırken bir sürü kişi emek verir ama o işin temsilcisi sensindir. Albümün kapağında senin adın yazar, programlara sen katılırsın. İyi ya da kötü yapılan her yorumun muhatabı sensindir. Hazal süper yapmış ya da Hazal yapamamış, denir. Dolayısıyla benim de işimi şansa bırakmak gibi bir lüksüm yok.

Twitter demişken siz de ilgi gören ve bana kalırsa en doğal ünlülerdensiniz. Twitter hakkında ne düşünüyorsunuz?

Teşekkür ederim. Twitter henüz ülkemizde Amerika’da olduğu kadar revaçta değil. İnternet kullanıcısı ünlülerimizin sayısı da fazla değil zaten. Twitter bir sanatçı için, kendini daha iyi ifade edebilme imkanı sağlıyor bence. Burayı çok verimli bir şekilde kullanmak mümkün. Sizi seven insanlarla bir araya gelmek, onların meraklarını gidermek, sorularına birinci ağızdan cevaplar verebiliyor olmak, etkinlikleriniz hakkında bilgilendirmek keyifli. Şarkı söylemenin dışında, nasıl bir insansınız, ne okursunuz, ne izlersiniz, ne düşünürsünüz, neleri seversiniz, renginizi belli edebileceğiniz bir ortam. Üstelik 140 karakter sınırıyla fazla sıkmadan, yormadan...

Dünyada olup bitenler hakkında ne düşünüyorsunuz? Art arda yazılan felaket senaryoları, 3. Dünya Savaşı’nın bile dillendirilmeye başlaması, salgınlar ve doğal afetler… Sizce umut var mı?

Uzun vadeli hesaplarla yazılmış büyük senaryolar oynanıyor sadece, bunu görebiliyorum. Savaşlardan nemalananlar sanırım krizlerden ve planladıkları gibi gitmeyen bazı olaylardan yara aldılar ki yeniden bir savaşa ihtiyaç duyuyorlar. Salgındır, diplomatik taleplerdir, şudur budur, bunların hepsi zaten savaşa çanak tutan bahaneler. Doğal afetlerin bir kısmı ne kadar doğal o da ayrı bir konu. Bir kısmından gizlice yapılan, kritik bilimsel deneyler mi sorumlu ya da insanoğlunun daha fazla nakit kazanmak için bilinçsizce doğaya kötü davranması mı? Tarihe dönüp baktığımızda değişen tek şey insanların görünüşleri, mimari, gelişen teknoloji vs... Onun dışında ben insanların güdülerinde, politikalarında hiçbir değişiklik göremiyorum. Daha olgunlaşmış, gelişmiş varlıklar değiliz. İyilerle kötülerin savaşı sürüyor.

2012’ye yaklaşırken kendimde bazı değişiklikler fark etmeye başladım. Eskiden de olan ama gittikçe artan metafizik şeyler. Karşımdakinin düşüncesini okuma, olacak olayları önceden kestirme gibi... Sizin böyle yetileriniz var mıdır, düşünce gücü gibi şeylere inanır mısınız? Kısacası 2012 sizce de denildiği gibi kilit yıl mı?

2012 Kilit yıl mıdır bilmiyorum ama bende de var bu değişiklikler. Ben bunu yaş almama, insan ilişkilerinde daha tecrübeli olmama vermiştim. Bir de bu konularla ilgili dizi ve filmlerin artması da bir tesadüf değildir sanırım. Bizim ülkemizde ne kadar alay konusuysa Amerika, Rusya gibi ülkelerde ciddi bilimsel çalışmaların yapıldığı bir alan. CIA Zihin Kontrol diye bir kitap okumuştum birkaç sene önce; kitabın sonunda yapılan çalışmaların, deneylerin belgeleri de vardı üstelik. Her şeyde mantık aramalı mıyız, algımızı aşan şeylere sırtımızı dönmeli miyiz? Bence dönmemeliyiz. Bunların tamamının tesadüf olma ihtimali bana çok mantıklı gelmiyor.

Dünyevi meselelere geri dönelim. Yakın bir tarihte konser var mı?

Sevgililer gününde Bursa’da özel bir organizasyonda sahne alacağız. Mart başında ise Amsterdam’da bir konserimiz olacak.

------------


© Bu bir Tekke46 röportajıdır. İzinsiz alıntı yapılamaz, başka bir yazılı medyada yayımlanamaz.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder