25 Temmuz 2011 Pazartesi

Yas bencildir

Madonna’nın 1990 tarihli dokü-drama filmi “Truth or Dare” ya da daha çok bilinen ismiyle “In Bed With Madonna”, beklenen ölümlerden önce tutulan yasın, acıyı hafiflettiğini anlatan bir cümleyle başlar. Bu bilgece düşünce, gerçeklerle yüzleşmeye tahammül eşiği düşük olanlar için bir kurtuluş yolu, bir nevî bünyeyi şoktan koruma yöntemidir.
27 yaşındaki başarılı sanatçı Amy Winehouse, iki gün önce, Londra’daki evinde ölü bulundu. Belalı aşkı Blake’le yaşadığı çalkantılı ilişkisi sırasında uyuşturucu illetine bulaşmıştı. Babası bile bir gün kızının öleceğini kabullenmiş, sadece bunun ne zaman olacağını bilmediğini beyan ediyordu. Ölüm tarihi hakkında bahis siteleri açılıyor, tabloid gazetelere skandallarıyla manşet oluyordu. Beklenen son 23 Temmuz 2011’de gerçekleşti. Hayranları, ya da benim gibi koyu hayranı olmasa bile içten içe bağ kuran ve takip edenler de uzunca bir süredir kendini hazırlıyordu. Çünkü malum son adım adım geliyordu.
Ölüm haberleri sosyal medyaya düşer düşmez bizim hoyrat Twitçiler de olaya müdahil oldu. Testiler mi kırılmadı, içlerin yağı mı erimedi, neler neler. Tanrı’dan bile daha yargılayıcı insanoğlu, yine kendinden farklı olanı, başına gelenleri hak ettiği yönünde itham ediyordu. Herkesin bizim kadar güçlü olamayacağını, herkesin acılara sırtını dönüp hiçbir şey olmamış gibi davranamayacağını, hele ki Amy gibi depresif, çevresi tarafından darphane gibi görülen, rehabilitasyona yatırılmak yerine turne için diyar diyar gezdirilen bir insanın yaşayacağı yalnızlık duygusunun çok daha ağır olabileceğini düşünmek bile istemiyorduk. Çünkü önümüzdeki durumun zahiri kısmı çok açıktı: Tuzu kuruluğundan ne yapacağını şaşırmış, dengesiz, marjinal ve belasını arayan! yeniyetme bir şarkıcı. Öyle ya, 40 metrelik yat alıp, 5000 metrekarelik triplekslerde martini yudumlamak varken, kendini harap etmek de neyin nesi?
Diğer yandan, “Afrika’da susuzluk var, onlarca şehidimiz var, onlara üzülmüyorsunuz da bu mu kaldı?” diyenler feryat etmeye başladı. Unuttukları bir şey var ki, o kızdıkları kitle her terörist saldırı sonrası “Barış istiyoruz” dediğinde, “Ne barışı lan, intikam, intikam!”cıların sözlü saldırılarına maruz kaldı. Zavallı bebeler suya bulanmış un bezelerini yerken, Afrika’ya yardım götürülsün diye bağış yaptıkları derneğin yöneticileri, elin memleketinde ceplerini doldurdu. Esasen açıklama yapmak bile çok abes, çünkü bu durumların katiyen birbiriyle en küçük bir ilgisi yok!
Ayrıca yas bencildir. Kendi anneannemizin ölümüyle, arkadaşımızın hiç görmediğimiz anneannesinin ölümünün bize hissettireceği acı farklıdır. Bizim anneannemiz soba üzerinde közlenen kestane demektir, bayramda öpülen nasırlı el demektir. Sandıktaki naftalin kokusu demektir. Yani yitip giden anneannemiz değil, anılarımızdır. Onları bir daha yaşayacağımız umududur. Amy de şarkılarını bizden söküp gitti, onlara yapışıp kalmış anılarımızla…

Diyeceğim o ki, bu topraklarda bir ölüm olduğunda en acı ağıtlar yakılır ama en korkunç cinayetler de bu topraklarda işlenir. Samanlıklar, büyük şehirlerdeki kulüplerin darkroom'u görevini görür de, körpecik kızlar camdan baktı diye canlı canlı gömülür. Bu toprakların insanı, aslında karşısındaki farklı olduğu için değil, karşısındakinde kendi aksini gördüğü için herkese düşmandır. Adama yas bile tutturmazlar. Bari gidenin ardından üzülme hakkımız saklı kalsın.

www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

12 Temmuz 2011 Salı

Ebeveynmetre

Uzun zamandır insanları tanıyalım köşesine yazmıyordum, bugün yazasım geldi. Sujemiz: Ebeveynler. Çocuk yetiştirmek zor iştir. Yetiştirme metodu seçmekse ondan zor. Hele bir de ailenin büyükleri işe fazla karışıyorsa, her kafadan bir ses çıkıyorsa ortalık Cennet Mahallesi'ne, çocuk da aşureye döner. Her yeni on yılla birlikte saçma sapan çocuk yetiştirme trendleri çıkıyor, kafalar karışıyor. İşte bugün, bu akımlar ışığında şekil alan ebeveynler ve patetik çocuklarını ele alacağız.

1- "Allah verdi, büyür büyür"cüler: Sanırım ülkemizde en çok bunlardan var. Doğum makinesine dönüşmüş zavallı annenin hamile olmadığı en uzun süre üç aydır. Ev, bir devlet okulunun kreşindeki kadar çocuk barındırır. 2000 desibel ölçeğinde ses, nefes alıp verdikçe yeşil yeşil baloncuklanan sümükler, besleme usulü kesilmiş kahküller ve her çocuğun eline tutuşturulmuş yarım somun ekmek anahtar kelimelerdir. Onlara göre bebek Allah'tan gelir, dolayısıyla rızkı da. Bu über abuk düşünce ne kadar gerçeküstüyse, en yakın sağlık ocağından ücretsiz kondom almak ya da spiral taktırma fikri de o kadar gerçektir.
2- "Görkeeem, nerdesiiiin"ciler": İlk kategoriden sonra en çok rastlananı da budur bence. Çünkü bu ebeveyn türüne hem metropollerde, hem gettolarda hem de daha küçük yerleşim birimlerinde birden rastlanır. Aile, zamanında büyük umutlarla büyük şehre gelir. Hem ekonomik hem sosyal olarak uyum zorluğu yaşasa da iyi kötü geçinir. Ama çocuk yetiştirme tarzları ne şehirli ne de köylüdür. Çocuk sabah 8'den itibaren sokağa salınır. Eğer annemizin aklına gelirse arada camdan bakarak "Görkeeeem (e'ler ince), nerdesiiiiiiin" diye bağırır, Görkemcik hala sağ ise "Burdayım yaaaaaa" diye bağırır. Eve gidip domates, peynirden oluşan sandvicini yer ve akşam 9'da eve girer. Girmese de yokluğu anlaşılmaz. Bu ebeveynlerin çocukları, anne-babalarıyla az zaman geçirdikleri, kendileriyle yetişkin gibi konuşulmadığı ve dikkate alınmadıkları için empati yoksunu olurlar, dolayısıyla ne çevre duyarlılığı, ne de başka canlıların yaşamlarına saygıyı öğrenebilirler. Öğretmenlerini sinir hastası etmede on numaradırlar, çoğunlukla sınıftaki ders dinleyen azınlığın dikkatini de bunlar dağıtır. Tek elde etme yolları gürültü, taşkınlık ve "Banane, istiyom yaa" diye bağırmaktır. Birkaç yıl sonra da dehşet saçmak...
3- "Muzunu evde yersin"ciler: Bu grubun, 1980'lerin ikinci yarısına kadar dünyaya getirdikleri çocuklar olmasa şu anda öğretmenler G3'lerle derse giriyor, bizlerse savcılara özel koruma için yalvarıyor olabilirdik. Genelde memur olan bu ebeveynler, komşulara gürültü olmasın diye saat 10'dan sonra televizyonun sesini kısarlar. Küçük yaşlardan itibaren çocuklarına empati kurma, 'sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma' bilincini doğru bir şekilde aşılarlar. Sokağa asla çöp atılmaz, atıldığı görülürse güzelce uyarılarak çöp kutusuna atılması sağlanır. Çocuklarının beslenme çantasına muz koymayanlar da yine bu ebeveynlerdir. Artık 50'lerinin başında olan bu anne-babalar, çocuklarını aşırı saygılı, cahiller ve görgüsüzler tarafından sinik ve pasif olarak adlandırılacak kadar 'medeni' yetiştirdikleri için arada pişman olurlar. Ama hala en ideal çocuk yetiştirme yöntemi onlarınkidir.
4- "Tuanasu kreşini kendi seçicek taam mı"cılar: Bu ebeveyn türü, 90'ların ikinci yarısında ortaya çıkmış ve günümüzde hala varlığını sürdürmektedir. Aklıevvel psikologların "Çocuklarınızla arkadaş olun" nasihatinden sonra kendilerince fark yaratacağını düşünen şaşkın ebeveynler, 5-10 yıl sonra götü boklu çocuklarıyla enseye şaplak olduklarında gerçeği anladılar da yine anane yöntemlerine dönüş başladı şükür ki. Bu anne-babalar çocuklarının ultrason fotoğraflarını hello kitty'li manyetlerle evlerinin giriş kapısına asarlar. 9 ay boyunca video, fotoğraf çeker, günlük tutarlar. Kendilerinin ne kadar modern, hiper Avrupalı olduklarını sansalar ve henüz barbunyaya benzeyen bebekleri için Anjelika, Jacques Berkcan gibi söylemesi acaip meşakkatli isimler seçseler de, taraflardan birinin hacı ana-babasının nuh nebiden kalma ismi yadigar olarak eklenir nüfus kağıdına kaçınılmaz olarak. Elbette ortaya Şehriban Melissa gibi ucubik bir isim çıkar. Bu çocuklar genelde ortaöğretim mezunu doğarlar. Daha doğarken dalgıçlık simülasyonu yaptırılan zavallı bebecik, 5 yaşına gelmeden, 20 yaşındaki ortalama bir insanın tecrübelerine nail olur. Bungee jumping yapmıştır, babasının kucağında paraşütle atlamıştır, Savannnah Çölü'nde çitalarla poz vermiştir ve 30 yaşına geldiğinde yapacak tek şey, ya günde 35 saat çalışarak hayatına anlam kazandırmak ya da damarlarında, kanına oranla yüzde 40 daha fazla bulunan sentetik uyarıcılarla semalara havalanmak olacaktır. Anahtar kelimeler: Amerikan, traş, özgüven, patlama, yaz, kamp, from, M&M's, to, LSD.
5- Organik takıntılılar: Kötünün iyisi olarak adlandırdığım bu grup ebeveynler, "Muzunu evde yersin"ciler ve "Tuanasu kreşini kendi seçicek taam mı"cıların ortasında yer alır. Anne veya babadan biri mutlaka 90'ların cukkayı götürmüş reklamcısı veya medya çalışanıdır. Purosunu içerken bir yandan da millete gevrek gevrek "Yea bu metropol sıktı beni, you know. Egzoz, keşmekeş, hayat bu değil, dude" derken, içinden "Parsayı kaptım, hem artık çağ internet çağı, American Siding'li köy evimden de yaparım işimi" demektedir. Ege'de balta girmemiş bir yerde ev yaptırılır. Alarmlar takılır. Kümesler, bostanlar vesaire de unutulmaz. Tohumlar bile organik seçilir. Annemiz iyi bir okuldan mezundur. Arkadaşlarının "çocukla arkadaş olma" yöntemlerinin ellerinde patladığına doğrudan şahittir. Bu yüzden çocuklarını, hem anne-baba olduklarını hissettirerek hem de özgüvenlerini kazandırarak eğitirler. Çocuğun okulda kullandığı kalemin bile organik olmasına özen gösterilir. Ağzına aldığında boyaları kanser yapmasın diye kalemden bir örnek Los Angeles'a analize gönderilir, Ağustos sonunda bağdan alınan ilk mahsullerin değerleri çıkarılır. Merkeze inildiğinde Dettol yara sprey ve sabunları bol bol zulalanır. Ne kadar kendilerini doğaya teslim etmiş sansalar da aslında bir şehirliden daha şehirli ve izole yaşamaya devam etmektedirler. Çocuklarının Scotch Brite eldivenle inekleri sevmesi ya da peynir altı suyunun değerlerini ezbere biliyor olması bu gerçeği değiştirmez.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Şiirleri de vururlar

Yıl 1991. Ben beş yaşındayım. Hadi Bakalım şarkısı her yerde çalıyor, benim de daha hamur halindeki belleğime zamk gibi yapışıyor şarkı. "Hadi bakalım, kolay gelsin. Bir acaip zor yarış..." Annemden, bana o şarkının olduğu kaseti almasını istiyorum. Çıkıyoruz çarşıya. Silivri'de, şimdilerde yıkılıp yerine korkunç bir alışveriş merkezi dikilmiş çarşı meydanındaki kasetçiye gidiyoruz. "Sezen Aksu'nun son kaseti var mı?" Kasetçi rafta yer alan belki 30 kaset içinden bir tanesini alıp tezgaha koyuyor. Çok heyecanlanıyorum. Kızıl küt peruğu, gözlerinden belli belirsiz seçilen hüzün ve her an gülümseyecekmiş gibi duran kıpkırmızı kalın dudaklarıyla Sezen Aksu'nun yüzünü ilk kez bu kadar detaylı görüyorum. Çıkışta, bir iş için on dakikalığına adliyeye uğruyoruz. Ben ahşap bankta otururken kasetin jelatinini açıyorum. Kartoneti çıkarıyorum. Ne yazılanları anlayabiliyorum, ne de "Hadi Bakalım"dan başka bir şarkısını biliyorum. İçinde hiç resim de yok, hay aksi.
Eve gidiyoruz. Kaset teybe takılıyor. Dön babam dön, belki 5 kez arka arkaya dinleniyor. Hareketli şarkıları seviyorum. Albüme adını veren Gülümse ise çocuk aklımı bulandırıyor, çok melankolik geliyor o yaşlar için. "Tut ki karnım bacaksı" şeklinde anlıyorum üstelik her defasında. Sonra Aksu'nun bütün albümleri sırayla alınıyor. Şarkılar tek tek ezberleniyor.
Ben büyüyorum. Çıktığı gün aldığım Deli Kızın Türküsü'ndeki Dua'nın Madımak kurbanlarına yazıldığını, hayatımda sahip olduğum ilk kasete ismini veren şiirin sahibi Kemal Burkay'ın kim olduğunu onlu yaşlarımın sonunda öğreniyorum.
Bildiğiniz üzere şair Kemal Burkay, bir ömür denebilecek kadar uzun bir süre sonra ülkesine dönüyor. Beni bu yazıya yazmaya itense sosyal medyadaki yansıması. Hatrı sayılır bir süre Twitter'ın Trending Topics'inin üst sıralarında yer alan Burkay, şimdiden döneceğine pişman edilecekmiş gibi duruyor. Kimi "Kemal Burkay kim yeaa" diyor, kimi "Gülümse'yi bu adam mı yazmış vay amk" diyor, kimi ise klasik vicdan popülizmi yaparak neredeyse şairi bugünkü keşmekeşin sorumlusu ilan ediyor.
30 yıldır dinmeyen kan dinsin diye elini taşın altına koyan, üstelik derdini nakış gibi mısralara işlemiş, beğensek de beğenmesek de her zaman konumunu ve değerini koruyacak işlere imza atmış insanları karalamak bu kadar kolay olmamalı. Hadi diyelim ki o kişiden nefret ediyoruz, ya şiirlerin, şarkıların suçu ne? Gülümse albümü hiçbir milliyetçinin evinde yok mudur? O şarkıyı dinlerken herkes kendince bir anlam yüklememiş midir?
Fikirlerden, şiirlerden, kitaplardan korka korka hem paranoyak hem komplo teorisi fetişisti hem de manik depresif bir ülke olduk çıktık. Kirli önyargılarımızı şiirlere, şarkılara bulaştırmamalı,
kaba etlerini sağlama alıp oturduğu yerden savaş çığırtkanlığı yapanlara inat gülümsemeli.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip