18 Eylül 2012 Salı

Suni hassasiyetler ülkesi

Bizim ülkemizde kavramların altı doldurulmaz. Çoğu üstünkörü yaşanır. Vecizelerimiz, edebiyatımız kıssadan hisselerle doludur, her fırsatta sosyal paylaşım sitelerinde profilimize kopyalayıp yapıştırırız ama asla uygulamaya geçmeyiz. Büyüklü küçüklü harf kombinasyonuyla, "Taş gibi idin çok gönül kırdın yeter, toprak ol, üstünde hoş güller biter..." yazdıktan sonra, oda arkadaşının bilgisayarı kapatma ricasına "Uff snne be slk .s" diye karşılık verenlerin ülkesidir, Türkiye.
Diğer her şey gibi hassasiyetlerimiz de yapmacık ve altı boş hassasiyetler. Kadınlara ısrarla bağyan demek, engelli-özürlü-sakat çelişkisi, toplu taşıma araçlarında sırf kız diye yer vermeler ve daha birçok şey.
Sen bütün gün karşındaki kadına, sırf (aklınca) cinsel ilişkiye girdiği imasında bulunmamak adına bağyan diyeceksin, eve gidince yeşil mercimeği tuzlu yaptı diye karının kafasını duvarlara vuracaksın. 12 saat ayakta çalışmış, yara olmuş ayaklarına yapışan çorabı ılık suyla ıslatıp çıkaran emekçi gencin, sırf genç diye ayakta yolculuk etmesine göz yumacaksın ama başı kapalı diye ya da kız diye 18'lik çocuğa yer vereceksin.
2008 yılında, Çanakkale'de engelliler derneğinin yaptığı bir toplantıya kulak misafiri olmuştum. Bazıları, kendilerine sakat denmesini istiyor, diğer tanımları samimiyetsiz bulduğunu söylüyordu. Sahiden de öyle değil mi? Evet, özürlü çirkin bir kelime olabilir ama sakat demekte ne gibi bir mahsur var? Fonetik olarak kulağa sert gelen harflerden dolayı kaba olarak algılanıyor ama sakat diyen herkesi "Aa, lütfen engelliii" diye uyarmak da o insanların herkesten daha çok barışık oldukları ve fırsata dönüştürdükleri "engel"lerinin üstünü örtmek, görmezden gelmek değil midir? Onlar için yapılmış asansörlere hücum edip onları en sona bırakmak, emin olun kendisine sakat denmesini istemeyen bir engelliye sakat demekten daha az kötü değil.
Yine aynı şekilde sırf çocuk doğurduğu için bir kadına ayrıcalık tanımak, üç kişinin rahatça sığacağı kaldırımları, vızır vızır arabaların geçtiği yoldan yürümek suretiyle hizmetlerine sunmak da, anne çocuk ölümlerinin bu denli yüksek olduğu bir ülke için suni hassasiyetin alasıdır.
Ben ne mi yapıyorum? Toplu taşıma araçlarında yer vereceğim insanı itinayla seçiyorum. Yaş, cinsiyet kriterine göre değil, göz altlarındaki halka sayısına, ayakta durma güçlüğüne göre yer veriyorum. Bu, 7'den 70'e geniş bir yaş skalasını kapsıyor. (Yer vermeye kalkıştığımda "Otur yavrum, mesafe kısa zaten" diyen yaşlının alnından öpesim gelir.) Kaldırımda yürürken karşıdan Golyat gibi bir anne pusetini şiddetle üstüme sürüyorsa, kesinlikle kaldırımdan inmiyorum. Yan dönüyorum ve onun da dikkatli bir şekilde geçmesini sağlıyorum. Market alışverişlerinde, ekspres kasa yoksa, az parça almış olanlara öncelik veriyorum. Eğer benim alışverişim birkaç parçadan oluşuyorsa, önümdeki 3 araba doldurmuş müşteriden rica ediyorum ve önden geçiyorum. (Bu büyük bir medeniyet ölçüsüdür kanımca.)
Örnekler çoğaltılabilir. Demem o ki, hassasiyetlerin göstermelik olması, maalesef duyarlılık oluşturmuyor. Teoride çok güzel görünüyor ama pratikte çuvallıyor. Öncelikle bunun altının doldurulması lazım. Büyüye ısrarla sihir dedirten (ne değişiyorsa?) Esra Ceyhan duyarlılığı, arkadaşının saç renginin kötü olduğunu herkesle paylaşıp asla yüzüne söyleyemeyen ya da bütün gün dişinde maydonozla gezmesine göz yuman arkadaş "nezaketi", evinin karşı cephesine dersane reklamı asıldı diye 85 yaşında mahkeme mahkeme gezip üst katındaki aile kavgası için polisi bile aramayan komşu vicdanıyla bu gemi yürümez. Gerçek hassasiyetin formülü: Bir tutam samimiyet, 1 silme yemek kaşığı saf duyarlılık, yarım çay bardağı süzme vicdan ve aldığı kadar insanlık.
Son olarak, Neyzen Teyfik'in "Türk milleti gariptir, her lafı kaldırmaz..." şeklinde başlayan sözünü, algıda bütünleme sisteminize devrediyor, huzurlarınızdan ayrılıyorum.


www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip