23 Ocak 2011 Pazar

Pozitif ayrımcılık ve kadınlar

Tarihin başlangıcından beri süregelen bir düşüncedir; kadınlar ve onların şeytani varlıklar olduğu. Lilith efsanesi belki de bunun en açık kanıtıdır. Adem'le eşit şartlarda yaratılan Lilith, Adem'e kafa tutunca ortadan kaldırılır, yerine her türlü emre amade, üstelik Adem'in artık kemiğinden yaratılmış Havva gelir. O da iyi pabuç çıkmaz ya, boğazına hakim olamayıp yasak meyveyi hüpletir ve cennetten kovulurlar. Adem'in de Havva yüzünden dünyaya tayini çıkar. Sinemada, tiyatroda, anlatılarda, efsanelerde, edebiyatta da kadın figürü hep kötülüğün kaynağı olarak yansıtılır, bilinçli ya da bilinçdışı... Şimdilik aklıma gelen en güncel örnekler, Trier'in Antichrist'i ya da N.B. Ceylan'ın Üç Maymun'u. Bu filmlerdeki erkek karakterler, hep kadınlarının yaptığı yanlışlardan dolayı acı çeker. Bu, ataerkil düşünce sisteminin iliklerimize kadar işlemiş olduğu anti feminizmden mi kaynaklanır bilemem ama sadece erkekler tarafından değil, çoğu zaman hemcinsleri tarafından da şeytani olarak bellenir kadınlar.
Geçtiğimiz yıllarda gittiğim, sekreteri hariç erkeklerden oluşan bir ajansın patronu "Bir iş yerinde kadın olmaması iyidir. Ne kadar kadın, o kadar fesat" demişti. Şaşırmıştım ama önyargıdan çok tecrübelerine dayanarak bunu söylediğini anlamıştım. Gerçekten de tarafsız ve aklı selim kafayla düşünülse, kadınların iş dünyasında ne kadar verimli olduklarını, etrafındakileri ne kadar motive edip yapıcılığa yönlendirdikleri hakkında bir araştırma yapılsa, çarpıcı sonuçlar çıkar. Hayatla kavgasını bitirmiş, iyi eğitimli, hayatına giren erkeklerle iktidar mücadelesine girmektense, onlara, ayakları üzerinde duran bir birey olarak, maddi özgürlüğüyle değil fikri dünyası ve birikimiyle kafa tutan kadınları ayrı tutuyorum. Ama orta sınıftan çıkmış, dişiyle tırnağıyla, belki de (asla kınamak için değil) kadınlığını kullanarak mevki elde etmiş kadınların ölüm saçtıklarını da biliyorum. Bu kadınlar elde ettikleri makamın ve paranın gücüyle özellikle hemcinslerine az çektirmiyorlar. Mobbing olayında da erkeklerden daha yaratıcı oldukları kesin. Çünkü kadınlar kusur bulma ve dolaylı olarak yüze vurmada erkeklerden daha marifetliler. Bu iktidar kavgaları ve bireysel çatışmalar elbette işteki verimliliği ve çalışanların performansını da etkiliyor. Halbuki anlaşamayan iki erkek, en fazla bir öğle arasında yumruklaşıyor ama sonra her şeyi unutup işlerine devam ediyorlar. Kadınlarınki ise ebedi oluyor. (Kadınlar şiddet uygulamıyor demeyin, kadın çalışanını tokatlayan bir reklam ajansı genel müdürü duymuştum.)
Birçok kadından bile daha fazla kadınları koruyan biri olarak diyebilirim ki, pozitif ayrımcılık isteği en büyük aciziyettir. Çünkü bu; 'biz aslında erkeklerden daha aciz varlıklarız ama sizden, bize bir kıyak çekmenizi istiyoruz' gibi bir altmetin içeriyor. Halbuki üstünlük ya da başka her şeyden öte, hayatın her alanında eşitlik istenmesi daha makul değil mi? Bu eşitlik de tabii ki kişinin edinimlerine göre değişir. Tapu kadastroda memurken sevgilisi tarafından genel koordinatör yapılan bir kadının görüşüne kimse önem vermez. Sadece öyleymiş gibi yapar. Aynı şey, hak etmediği konuma gelen erkekler için de geçerli. Bir insan ne kadın olduğu için aşağılanmayı hak eder, ne de sırf erkek olduğu için yüceltilebilir. Yani işin özü mecliste 200 kadın olması, şu bu değil, işin özü birey olmada.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

4 Ocak 2011 Salı

Hilmiii, çabuk ver şu ayfonu...

Akıllı telefonlar çıktığından beri fotoğraf veya video çekip internete koymak da moda oldu. Artık kreş bebeleri bile deneysel videolar çekip koyuyorlar profillerine. Eskiden, avam tabakanın eline kamera aldığı nadir zamanlardan biri düğünlerdi. Şimdi öyle değil. Babalar, çocuklarının doğumuna giriyor elinde profesyonel kameralarla. Sonra o bebeğin hayata adımını attığı ilk gününden, üniversiteye başladığı güne kadar 17.298 poz çekip arka arkaya koyuyor, slayt gösterileri yapıyorlar. Eh, bu da anlaşılabilir bir şey. Üstelik ilginç de. Ama şu sosyal medyanın yayılımından sonra vuku bulan bazı patetik durumlara hayretle yaklaşıyorum. Ultra detone sesleriyle amatör klipler çekmeler, çakma şiirlerini ağlak bir fon müziğiyle webcam'de kaydedip sanal star olmalar... Hadi bunu yapanları da anlıyorum, çevrelerinde onları fark edecek kimseleri yoktur belki, kendilerini bu şekilde ifade ediyorlardır... Ama aklı selim insanların iPhone'larıyla günün her anı çekip paylaştıkları fotoğrafları anlamıyorum. Sorsanız anı yaşıyoruz derler ama böyle her dakika özel bir kare bulma takıntısıyla yaşarken nasıl anı yakalayabilir ki insan?
Misal, Betty Boop desenli mutfak önlüğünü, arkadaşının yılbaşında hediye ettiği Brigitte Bardot şeklindeki şamdanı, e-Bay'den satın aldığı 3. baskı Historie de l'Oeil kitabının kargo irsaliyesini çekip koyuyor adam... Bir de ameliyatla aldırdığı tümörleri falan çekenler var ki onlar zaten Allah'a emanet. Ben mi çok kazmayım yoksa bu insanlar gerçekten mi 'hayattaki küçük, mutlu detaylar'ı iyi yakalıyor, bilmiyorum ama bu 'ilginç' paylaşımların çoğu bana zorlama geliyor. Ne diyelim, bundan sonra aldırdığı bebeğin kavanoz içindeki görselini 'Bakın, bu da minik Berke' yazısıyla paylaşacak olandan korusun bizi yüce rabbim.

Tükürdüğümü yalıyorum

Geçen günlerde yazdığım Bir kariyer nasıl mahvedilir? başlıklı yazımda Aşkın Nur Yengi'nin son albümünün çıkış şarkısını beğenmedimi belirtmiştim. Albümden de umutsuz olduğumu söylemiştim ama yanılmışım. İyi ki de öyle olmuş. Öpeyim Geçsin, ilk klip için 'catchy' bir şarkı olmasının yanı sıra, benim için hala vasatın altında bir şarkı. Ama diğerleri öyle değil. Ayrı Gayrı, Kibrit ve Alev, Başka Sözüm Yok gibi yavaş şarkılar patlayacak bu albümden. Sezen Aksu imzası taşıyan Yasak Elmam ve Gözümün Bebeği şarkılarıysa hiç ummadığım bir şekilde beğenmediklerim arasında yer alıyor. Ne var ki ben hala kendisinin ne zaman Yunan müziklerini uyarlamaktan ve her albüme bir tane korkunç cover (Bekleyenim Var, Sana Merhaba Dedim) ekleme huyundan vazgeçeceğini merak ediyorum. Yasemin Yağmurları'nda yer alan Dün kadar güçlü bir balad içermese de, A.N.Y. diskografisi içerisinde, satın alınıp arşive eklenmeyi hak edecek güzellikte bir albüm olmuş.

Dediğim gibi oldu

Yerli Dizi Yersiz Uzun eylemi hala ses getirmeye devam ediyor. Keşke sadece ses getirmese de birileri harekete geçip devrim niteliğinde bir şeyler yapsa. Ama o kadar kolay değil maalesef bu işler. Çünkü telaffuzu bile zor rakamlar dolaşıyor ortalıkta, tek bir yapımla köşeyi dönüyor insanlar. Yine geçenlerde yazdığım bir yazıyı referans göstererek haklı çıktığımı (öyle olmasını istemesem de) belirtmek istiyorum. Kimin eylemi? başlıklı yazımda, eğer süreler kısalırsa, star oyuncuların ücretlerinin de düşürüleceğini, yapımcıların, reklam paylarının azalması dolayısıyla kazanacakları parada ciddi bir azalma olacağından, böyle bir şeye sıcak bakmayacaklarını yazmıştım. Oyuncuların, bu gerçeği göz önünde bulundurmadan, sürelerin 45 dakikaya düşmesi halinde kendilerinin hiç etkilenmeyeceğini düşünerek eyleme katıldıklarını da eklemiştim. Öyle olmuş gerçekten de. Yapımcıların "Süre inerse, oyuncuların ücretleri de düşer" restinden sonra o gün eylemde pankart taşıyan 'aktivist' oyuncular da sızlanmaya başlamış.
Onlardan biri olan Halil Ergün, süreyle aldıkları para arasında bir ilişki olmadığını, böyle bir şeyi kabul etmeyeceğini belirtmiş. Kendisi eski bir solcu ve emekten yana olan biri(!) Açıkçası bu fedakarlığı ilk ondan beklerdim. Ama gerçek sanatçılar da kendini belli etti bu sayede. Erdal Özyağcılar, bu kesintilerin, set işçilerinin ücretlerine yansıtılması kaydıyla indirimi seve seve kabul edeceğini söylemiş. Deniz Çakır da buna yakın bir açıklama yapmış. Ama diğer star oyunculardan itiraz sesleri yükseliyor. Yine aynı şekilde, set işçilerinin, süre kısaltmaya gidilmesi halinde aldıkları paranın yarıya düşmesini kabul etmektense, 20 saat çalışıp aynı parayı almayı yeğleyeceklerini biliyordum. Timur Savcı'nın da dediği üzere, insani olmayan şartlarda çalışan bu insanlar, 90 dakika çekmeye devam edip, yine 1000 lira almaya razı olacaklardır. Gönül ister ki bu kesinti oyuncuların bütçesinden değil, yapımcıların cukkasından yapılsın ama maalesef hiçbiri böyle bir cengaverlik yapmayacaktır. Yani, yine emekçi emekçiyi korumak, kollamak durumunda. Bakalım neler olacak...
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

2 Ocak 2011 Pazar

Apaçilik üzerine

Apaçiler ve apaçilik kavramını, Hülya Uğur Tanrıöver aromalı sözcüklerle irdelemeye niyetim yok. Doğrudan dalacağım konuya. Ben bu kelimeyi duyalı (bildiğimiz anlamının ötesindeki kullanımını yani) yaklaşık bir buçuk yıl oldu. Türkiye'nin geçirdiği ani değişimlerin sosyolojik yansımaları sonucu, emo, apaçi gibi sürekli aşağılanan, değişik saç şekilleri olan, değişik müzikler dinleyen, ellerinden düşmeyen mp3 çalarlı telefonları ve düşük bel pantolonlarıyla dikkat çeken gruplar türedi. Bir insanın giyim tarzına, saçına ya da başka her hangi bir şeyine kim karışabilir? Elbette kimse karışamaz. Ama bu gruplar, bir zamanlar "kıro" diye hitap edilenlerin aksine teşhirden ve dikkat çekmekten hoşlanıyorlar. Yani onları ve sıradışı davranışlarını irdelerken, "apaçi", "emo" gibi sıfatları kullanmanızda -en azından onlar açısından- bir mani yok.
Evet, birçoğu göç eden ailelerin 'kayıp' evlatları, zor şartlarda büyüdüler, hor görüldüler, sürdürdükleri yaşam tarzı, bu koca şehirde gördüklerinden çok farklıydı. Yıllardır, taşı toprağı altın diye yutturulan bu memleketin gayya kuyusundan farkı yoktu onlar için. Uyum sağlamaları lazımdı. Gerçek Dolce Gabbana ceket alamadılar belki ama (sanki bütün İstanbullu'lar milyarlık ceket giyiyor) imitasyonunu aldılar pazardan. Siyaha boyattıkları ya da ucuna balyaj attırdıkları saçlarını waxla diktiler havaya, mp3 çalar telefonları son ses Dale Don Dale diye inledi sokaklarda. Ucubik fotoğrafları internetlerde dalga konusu oldu -ki bu benim en çok karşı olduğum durum. Modifiye arabalarında çaldıkları dıp tıslı müziklerle arzı endam ettiler gibi gibi...
Kavramı ve müdahil olanları tanımayanlar için biraz daha netletmiştir durum sanıyorum. Şimdi gelelim bu grup hakkında yapılan haklı/haksız eleştirilere. Ötekileştirmek kötüdür, çünkü ötekileştirdiğinizi aynı zamanda kışkırtırsınız. Potansiyel bir suçlu haline getirirsiniz. Bu, toplum için olduğu kadar sizin için de tehlikelidir. Ama beyaz çorap ve kösele ayakkabı giyen bir insanı kıro diye nitelemekten öte bir şey var burada: Yukarda da bahsettiğim gibi; apaçilerin alametifarikası bütün bu özellikler. Kıro dediğiniz insan, belki yokluktan ya da geldiği yerde öyle gördüğü için o şekilde giyiniyor olabilir. Ama apaçilerin bilinçli tercihi bu. Bunun yanında işin etnisiteye getirilmesine de şaşırıyorum. Bütün apaçiler Kürt değil. İstanbul'un göç aldığı bütün memleketlerden apaçi var. Bazı vicdan masturbatörleri görmek istemese de bu böyle. Yani Polat Alemdar söylemleriyle gezen, "vatan-millet-sakarya"cı birçoğunu bulabilirsiniz. Bunu da geçtik. Ortada var olan tek bir gerçek kaldı: Sosyo-ekonomik durum. Bu gencecik insanların apaçi olmalarının temelinde yatan bu diyelim. Peki işi bir de şu yönden ele alırsak bir şeyler değişir mi? Annelerinin, babalarının kaderlerini yaşamamak için çırpınan, çırpındıkça dibe çekilen bu insanlar, dinledikleri müziklerdeki gibi bir kaderciliğe kapılmayıp, kendi kaderlerini tayin etseler... Nasıl mı? Bir süre önce okuduğum, apaçilerle yapılmış bir röportajda içlerinden birisi sırf Adidas ayakkabı almak için bütün bir aylığını feda ettiğini söylüyordu. Bir diğeri, haftalık berber masrafının 50 lira olduğunu anlatıyordu. Sizce bunlar küçümsenecek rakamlar mı? "Adam tornacılık yapıyor, tekstil atölyelerinde eşek gibi çalışıyor, sana ne?" diyenler varsa, onlara, bu paralarla dışarıdan gayet güzel okunabileceğini, açık öğretimden üniversite bile bitirilebileceğini, dolayısıyla apaçilik sıfatının, işin kolayına kaçmak olduğunu söylemek isterim. Hayatta hiçbir şey kolay değil ki. Daha önce de dediğim gibi, bütün İstanbullu'lar D&G ceketlerle gezmiyorlar, hepsinin hayatı güllük gülistanlık değil. Hatta aile babası olan bazılarının modifiye bir arabası bile yok apaçilerin aksine. Zülfü Livaneli'nin de hep dediği gibi, 80'lerde başlayan yozlaşma ve arabesk kaderciliği, toplumun her tabakasına nüfuz etmiş durumda.
Orta halli bir çevrede büyüdüğüm için bir sürü hayata tanık oldum. Düşük ücretlere çalışıp, yıllarca mütevazı bir hayat yaşayıp çocuklarını okutan, namuslu, düzgün insanlar gördüm. Aynı zamanda arkadaşım olan çocukları mükemmel okullarda okudular. Daha fazla söze hacet var mı?
"Eğer biri size kuyruğun var diyorsa boşverin, ama beş kişi aynı şeyi söylüyorsa dönüp bakın" diye bir söz vardır. Belki de müthiş bir potansiyel taşıyan ama kaderlerine razı olan bu insanların suça yatkınlıkları, toplum içindeki rahatsız edici davranışları ve başka özelliklerine karşın onları savunanlara bu sözü söylüyorum.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip