24 Nisan 2012 Salı

Vicdan pıtırcıkları ve diğer şablon karakterler

Son on yıldır politik yaklaşımlar da diğer her şey gibi keskin köşelere sahip oldu. İlk olarak hem 'laik hem dindar olunmaz' denilerek seküler yaşam tarzını benimseyip aynı zamanda ibadet eden insanların büyük bir ikilem içinde oldukları ileri sürüldü, kafalar karıştırıldı. Bu yeni anlayışa göre laiksen deisttin, belki de ateist. Halbuki hiç de öyle değildi. Laisizm dünyada farklı şekillerde zuhur bulmuş ise de Türk versiyonu diğer her konuda olduğu gibi eklektikti ve sadece devletin yönetim şeklini kapsıyor, bireyin yaşam tarzını yüzde yüz şekillendirmiyordu. Bu 'biraz ordan biraz burdan' yaşam şekli aslında gerçekten Türk ve Müslüman laiğinin temelini oluşturuyordu. Ardından solcuyum diyenlere iki yol gösterildi: "Sosyalizm, Kürt bağımsızlığına destek vermeden olamaz bilader, ya bizdensin ya da git Bozkurtlara karış" gibi bir ifade oluştu. Halbuki Türk solcusu da böyle değildi. Hele sosyal demokrat dediğimiz Ecevit solcuları hiç değildi. T.C.'nin bölünmez bütünlüğüne tümüyle sadık, bunun yanında toplumun her kesiminin eşit şartlarda yaşamasını ve sosyal adaletin sağlanmasını gönülden isteyen idealist insanlardan oluşuyordu bu kitle. Kürtle, Lazla, Türkle hiç işleri yoktu. Ama solcular da bu keskin yol ayrımından birini seçmek zorunda bırakıldı. Bu yüzden bir kısmı sırf solculuğunun hakkını vermek istediği için içi almaya almaya da olsa Kürt hareketine destek veriyormuş gibi yaptı, diğer kısmı da başka siyasi görüşlere kaydı. Eski tutumunu koruyanlarsa statükocu ilan edildi. Girizgahtan da anlaşıldığı üzere bugün, yaklaşık on yıldır bizlere sunulan şablon karakterlere ve onlara bürünenlerin söylemlerini irdeleyceğim.

Vicdan pıtırcıkları: Solculukla en alakası olmayanla, solun Kürt hareketinin kalbi olduğunu iddia edenlere kadar geniş bir kitleye yayılan bu şablonun mensupları, mağdur edebiyatını çok iyi kullanır. Haklı oldukları konularda bile abartılı ve ağlak yaklaşımları, dinleyenleri özden, yani içerikten uzaklaştırır. Devamlı T.C.'nin ellerinin kanlı olduğunu, geçmiş günahlarından arınması için eziyet ettiği bütün azınlıklardan özür dilemesi, gerekirse tazminat ve toprak vermesi gerektiğini söyler dururlar. Birkaç örnek dışında (Mesela S. Süreyya Önder) vicdanları çok yönlü değil, sadece destekledikleri kitleye yöneliktir. Aynı durumdan mağdur olan iki taraftan sadece kendilerine ait olanı vurgular, hakkını ararlar. Her şey nefret söylemidir. Öyle ki BDP'li vekilin doktor dövmesi mesele değildir ama kızı yasa dışı gösteriye katılan annenin BDP'li milletvekiline attığı tokat, kanserli hücrelerin metastaz yaptığı hastalıklı T.C. anlayışının bir eseridir, tü kakadır. Sözde kimse ırkından dolayı ayrımcılığa maruz kalmamalıdır ama herkes, Lennon'ın Imagine'ine pek de uymayacak şekilde Ermeni'dir, Kürt'tür. Bir türlü Türk olamaz, bu kelime yasaklıdır. Mensuplarının köşe yazıları Kemalettin Tuğcu hikayesi gibidir. Sermaye karşıtı sanatçılarının ise okkalı reklam kampanyalarında oynadıkları görülmektedir. Pek anarşist bir tutum olmasa gerek.

Nabza göre şerbetçiler: 2002 öncesinde bambaşka bir saftayken, yeni dönemin hükümdarlığının uzun süreli olacağının kokusunu alan bu kitle, hızla namaz hocası çalışmaya başladı ve maneviyatla ilişkileri "Aslında Tanrı var yea, mesela quarklar Tanrı olamaz mı" dan "Allahu ekber"e dönüştü. Çoğunluğunu medya patronları, reklamcıların oluşturduğu nabza göre şerbetçiler, hocaefendi hakkında methiyeler düzmeye başladı. Yazarları, Madonna'nın turne billboardlarından bile büyük billboardlarla kitaplarının promosyonunu yaparken, yurtdışında adını duyuranlar hemen Türkiye'yi soykırımcı ilan etmekten imtina etmedi. Hükümetle hocaefendi arasında ihtilaf oluştuğu söylenen şu günlerde işleri hiç de kolay değil aslında. Bkz. Taraf Gazetesi.

Gevrek - çiğdem solcuları: Başlığından da anlaşılacağı üzere Ege'de konuşlanan bu kitle, yukarıdaki iki şablonun mensuplarına tam da istedikleri kozu verdi. Şanlı Türk tarihinin aslında o kadar da şanlı olmadığını, tarihsel gereklilikler veya başka sebeplerle de olsa bazı acılara sebebiyet verilmiş olduğunu sürekli inkar eden, hatta görmezden gelen tavırları, yeni dönem siyasi anlayışının ekmeğine çokça bal sürdü. Cumhuriyet mitinglerine milyonlarcası akın akın gitti ama birçoğu, Ergenekon tutuklamaları esnasında körfez manzaralı evinde sardunya sulamayı tercih etti. "İzmirli para gibidir, ışığa tutunca üstünde Atatürk hologramı görürsün", "Adam dediğin çekirdeğe çiğdem, simide gevrek demesinden belli olur" gibi 13 yaş seviyesinde tutuculukları ve kendilerini Türkiye'nin diğer tüm bölgelerinden kibirli bir tavırla ayıran söylemleri, destekledikleri siyasi oluşumların da "out" olmasına, hatta küçümsenmesine sebep oldu. Vatan savunmasının, dört cümlelik yaratıcı köşe yazılarını facebook'ta paylaşmaktan çok daha fazlası olduğunu hatırlaması lazım bu kitlenin.



www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

14 Nisan 2012 Cumartesi

Sanal mahalle baskısı

"Başıma bir şey gelmeyecekse..." kalıbı size de yabancı değildir eminim. "Başıma bir şey gelmeyecekse, xxx sevmiyorum" gibi bir cümle mutlaka okumuşsunuzdur sosyal medyada. Normalde hiç gereği yokken neden ekliyoruz bir görüşü beyan ederken bu kalıbı? Çünkü linç etmeyi seven bir toplumuz. Bir seferinde Şebnem Ferah için yazdığım olumsuz bir tweetin ardından 22 takipçi kaybetmiştim, bir kaç da hakaret içerikli tweet yazılmıştı. Diğer linç girişimi de iyiliği iyilik için değil, sevap için yapanlara karşı yazdığım bir tweetle gerçekleşmişti. Ramazandı ve kedileri kuyruklarından tavana asanların bile "LuDfeN kaPiniZa 1 kaB su KoyUnN xD" iletileri paylaştığı ara dönemler gibi, dini hassasiyetleri olan vatandaşlarımızın herkesi hedef göstermeye meraklı olduğu bir döneme denk gelmişti.
Başka ülkeleri bilemem ama bizde kesinlikle kendimizinkinden farklı fikirlere saygı yok. Her şeyi geçtim, 'bana ne, neye inanırsa inansın' bile diyemiyoruz. Çünkü birbirimizle fevkalade ilgiliyiz, kendi hayatımızdan çok etrafımızdakilerin hayatını yaşıyoruz. Fazıl Say'ın ateist olduğunu söylemesi neden, niçin insanları kırar, anlamam. Enn koyu dindar olsam bile eminim umrumda olmazdı. Çünkü beni yalnızca kendim ilgilendirir, normal olarak.
Mesela ben de Nutella, kahve, şiir ve Jehan Barbur sevmiyorum. Ama eminim bunu Twitter'a yazarsam en az 10 takipçi gidecek. Çünkü herkes bizim sevdiğimizi sevsin istiyoruz, haklarında kötü bir şey duyduğumuzda ya savunmaya ya saldırıya geçiyoruz. Ya da aşağılıyoruz. Çocukça değil mi?

Bir başka baskı: Teknoloji baskısı

Teknoloji güzel şeydir. Hayatı kolaylaştırır bir kere. Nice hayatlar kurtulur yeri geldiğinde sayesinde, zaman kazandırır. Ama teknolojiyi de doğru kullanmak gerekir. Aç kurtlar gibi her gelişmeye saldırıp, ıncık cıncık en küçük detayına kadar girmektense pragmatik yaklaşmak önemlidir kanımca. Kısacası ihtiyacımız olduğunca kullanmalıyız teknolojiyi. Şimdilerde teknolojik bir baskı oluştuğu kanaatindeyim. 15 yıl önce sabit telefon hattı bağlatmak için ismini yazdırıp iki yıl bekleyen insanlar şimdi kullandıkları telefonun alametifarikası olarak gördükleri uygulamaları, "varoş" kullanıcıların indirmesinden yakınıyor. Ne zaman böyle teknoloji gurusu kesildik biz? Kindle'lar, Apple'ın bağımlılık yarattığı ürünleri geçtim, e-kimlik uygulaması ve internetten doktor randevusu alma sistemleri bile konuya örnek teşkil etmeye yeter. 70 yaşında adamı internete girmeye, o da olmadı torun tombalağa, kafedeki çalışana yalvar yakar şifre güncelletmeye, doktordan randevu almaya mecbur bırakan bir sistem yerleşiyor. Yanlış anlaşılmaktan çekiniyorum ama Türkiye maalesef üzerinden en az iki kuşak geçmeden böyle bir düzene ayak uyduramaz. Modernizmi en geç yaşayan, hatta yaşamamış bir ülke olarak teknolojinin her toplumsal kesime eşit şekilde nüfuz etmesini ve dahası halkın bunu etkili kullanmasını beklemek yersiz olur. Her şeyi elden yapmaya alışık, analoğu seven ve elinde ATM kartı varken bile kuyruğa giren bir toplum olduğumuz gerçeğini ise es geçiyorum.
Diğer husussa insanları sahip oldukları teknolojik ürünlere göre sınıflandırmak. iPhone'u olan seksidir, BlackBerry'si olan sıkıcıdır, Nokia kullanan memurdur ve briyantinle saçlarını ortadan ikiye ayırır gibi gibi... Kimsenin aklına bu ürünleri kullanıp kullanmamanın bir tercih olabileceği dahi gelmiyor. Niye? Çünkü ona göre elinde olsa herkes onun kullandığı ürünü kullanırdı ve kullanmayarak burun kıvırmaları ise sahip olamadıklarından. İlerde bir gün, sokakta kağıttan kitap okuyamama olayına kadar gider bu durum, demedi demeyin. Alın size bu da teknolojik mahalle baskısı.

www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

Devir "parlat cilala" devri

Seksenli yıllarla birlikte kırsaldan kente göçün zirveye ulaşması neticesinde bir arabesk furyası başladı. Orta sınıf giderek yok olmaya yüz tuttu ve zenginle fakir arasındaki uçurum, rahmetli Özal'ın Küçük Amerika hayalleriyle iyice büyüdü. Bu dönemin habis kalıntılarından biri de kuşkusuz arabesk akımıydı. Eskiden yoksulluk, kol kırılır yen içinde kalır prensibiyle konu komşuya bile hissettirilmezken artık yoksulluk hikayeleri satar hale gelmişti. Küçük Emrah'lar, Ceylan'lar, hep bu duygu sömürülerinin eseriydi. Annesi gündeliğe giden yetim ama yetenekli bir çocuk, bir gün İMÇ'de keşfedilir ve ayda bir yaptığı plaklar, filmlerle parayı bulur, o zamanın gazetelerine verdiği "Biz o kadar fakirdik ki kasetin etli bir yemek olduğunu sanırdık" beyanatlarıyla için için ağlattığı halk, bu yetenekli sabinin bütçesine katkı sağlamak için kasetçilere koşup albümlerini alırdı. Bu söylemin sanırım son temsilcisi Seda Sayan. Alt kültürden geldiğini saklamayan ve hatta bununla gurur duyan ve bu durumun ekmeğini yiyen bir tek o kaldı. Şimdilerde ise durum değişti. En sıradan hayat hikayeleri bile allanıp pullanıyor, en cilalı haliyle anlatılıyor. Özellikle hafta sonu eklerinde ünlülerle yapılan röportajlarda "Nasıl bir çocukluktu sizinkisi?" sorusuna "Rüya gibiydi. Babamın kucağından hiç inmezdim. Aklımda ilk canlanan 320 kişilik sofralarımız, akşam muhabbetlerimiz. Dedemin Kore Savaşı hikayeleri, bu arada dedem çok soyludur, IV. Louise'nin 8. kuşak torunu. Robert Koleji üçüncülükle kazandım ama kronik astımım vardı, annem kıyamadı. Babam bizi rahata da alıştırmadı öyle, her türlü hayatı gördük. Kah Vaniköy'deki yalımızdan kalkıp Kanlıca'ya pudra şekerli yoğurt yemeye gittik, kah bir gece uykumuzdan uyandırılıp Maldivler'e tatile götürüldük. Böyle mütevazı ve sıradan bir çocukluktu işte." cevapları bende tebessüm uyandırıyor. Bir kere maddi durumu ne olursa olsun, kimsenin çocukluğu bu kadar kusursuz olamaz. Ben bunu travmatik durumları unutma taktiği olarak görüyorum. Her şeyin en iyisini anımsamak ve abartıp yeniden sunmak. Diğer yandan, böyle röportajları okuyunca, sabah programlarında, yardım konserlerine katılmaktan kendine ev alamadığını, annesinin gecekondusunda oturduğunu söyleyen ama çekim için arkadaşımı yalı dairesine çağıran TSM şarkıcısı geliyor. Birileri artık ona bu yöntemin tutmadığını söylemeli.

www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

7 Nisan 2012 Cumartesi

İlişkiler, kafası karışık dindarlar ve gay askerler


Gözlem yeteneğime güvenirim. İyi gözlemler yapar, kişilerin jest ve mimiklerinden konuşma tarzlarına kadar da kaparım. Dışardayken de sık sık yaparım bu gözlemlerimi. Son zamanlarda en çok dikkatimi çekenler çiftler. Hepsi tek kalıptan çıkmış gibi, bir tane özenilecek tarafları, özgün hal tavırları ya da ilişki kavramına kattıkları bir yenilik yok. Hani insan böyle ilişkileri gördükçe "fuck buddy"lik kavramına daha çok saygı duyuyor. İlişkiler genelde şu minvalde gelişiyor: Hep pohpohlanmak, hoş tutulmak isteyen, her şeyi erkek arkadaşından bekleyen, tripten triplere giren şımarık kız ve ona pervane olmuş, bir dediğini iki etmeyen, üstüne üstlük kaprisini çeken mıymıntı erkek. Bu kızların tek amacı okulda, işyerinde popülerlik elde etmek ve hemcinsleri tarafından gıptayla bakılmak olduğu için aşkları da samimi değil. Erkek arkadaşının Lada Samara'sına binmeye utanıp, tanıdık yerlerden geçtiğinde kimse görmesin diye kafasını eğdiğini söyleyen bir kız arkadaşımla birlikte kesin olarak bu kanaate vardım. Oturdukları mekandan, kullandıkları telefona kadar her şeyi bir gösteriş malzemesi yapmaya bayılan bu kızlar nedense erkeklerin de en çok peşlerinden koştuğu kız türü. Her gün "Bugün ilk öpüsmemızın yıl dönümüydüüü, nasıl unutursun?" ya da "Bugün Gloria Jeans'e ilk gidişimızdı, bir çiçek bile almadın" gibi çocukça tavırlar sergileyen bu kızlar, gerçekten 4 S kuralını doğrular nitelikte. Erkekler de onlardan farklı değil. Etrafında pervane oldukları bu kızları çok şımartıyorlar. Kendilerini hep el altında hissettiriyorlar ve değerlerini yitiriyorlar. Ha, bunda en büyük sebep cinsel partner kaybetme korkusu da olabilir elbette. Aynı tripleri "evlenmeden olmaz"cı bir kız sergilese o ilişki kaç gün sürerdi, bilmiyorum. Günümüzde bence en ideal çift Begüm Kütük ve Erdil Yaşaroğlu. Tripten tribe koşan çiftlerden ziyade hayatı müşterek yaşayan, komik, evlilikten çok dostluk gibi görünen bir ilişki. Yani yukarıda bahsettiğim kızlardan hangisi "Bu aralar çok İskender Paydaş'sın" sözüne gülebilir ki? Lattesini çocuğun yüzüne fırlattığı gibi "Hayvansığan Berkecan" deyip terk eder olay mahalini.

Kafası karışık dindarlar

Geçen gün Şebnem Kısaparmak'ın programına bağlanan bir genç kız, nişanlısının başka kızlarla birlikte olduğunu ve bundan rahatsız olduğunu söylemiş. Kısaparmak da "Nişanlı olduğunuz için sana dokunmak istememiş, başkasında gidermiş ihtiyacını. Erkekler yapar böyle şeyler, takma" gibisinden bir şey söylemiş. Şimdiii... Benim kafam karıştı şahsen. Bu kadın "dindar" kanallardan birinde yayın yapıyor. Bu laflardan sonra kendisini alkış bombardımanına tutan teyzelerin çoğu hacı falan. Ama ortada bir "zinaya methiye" durumu var. Oğlan bir kere zina yapıyor. E, hani günahtı? Yoksa erkeğe değil mi? Diğer konu oğlanın birlikte olduğu kızın namusu. O kızın annesi yayına bağlansa, "Kızım nişanlı biriyle birlikte" dese eminim bir daha insan içine çıkamayacak kadar kötü sözler işitecekti. Beri yandan bakınca duruma, kız amme hizmeti yapıyor. Nişanlı bir kızın namusunu koruyor dolaylı olarak. Diyeceğim o ki bence aniden bir misvak arası verip, gri hücrelerini yenilemeye ihtiyacı var bu kitlenin.

Eşcinsel askerler ve vicdani ret

Bir süredir kışlada zorla seks meselesi konuşuluyor. Kaynağından ötürü kamuoyunda şüpheyle karşılanan bir haber olsa da ciddiye alınması gerek. Çünkü bu durumların orduda vuku bulduğunu TSK mensupları da dahil olmak üzere herkes biliyor. Tabii bunun doğrudan eşcinsellerin askerlik yapmasıyla ilgisi yok. Çünkü ortası delik sabunu bile Marilyn Monroe gibi görebilen "asker bilinçaltı"nın, sekse zorladığı asker arkadaşının gay olmasını kollayacak hali yok. Ama benim bahsetmek istediğim başka bir şey var. Eşcinsellerin askerlik meselesi kesinlikle çözüme kavuşmalı. Öncelikle iki gruba ayrılmalı konunun ana başlığı: İlki; gay olup askerlik yapabileceğine inanan, hatta gönüllü olarak isteyen grup. Çünkü var böyle bir grup, hani iş bulamama kaygısıyla da değil, adam bildiğin gitmek istiyor ve "eşcinseller askerlik yapmamalı" söylemi bu gruba karşı bir haksızlık yaratıyor. Diğer grup ise feminen olsun olmasın, askerlik kavramını vicdanen reddeden, yahut yapmak isteyip cinsel istismar korkusu nedeniyle çekinceleri olduğundan bu görevden muaf kalmayı seçenler. İlk grup için mesele daha kolay olsa da diğerininki o kadar değil. Çünkü günümüz şartlarında eşcinsellikten dolayı askerlik yapmama hakkı, çoğunlukla ilişki esnasında çekilmiş ve şahsın "pasif" (Ordunun gayliğe bakış açısını ortaya koymuyor mu bu durum? Aktifler gay değil, sadece 'vurucu') konumda olduğu görsellerle elde edilebiliyor. Şimdilerde aileler de çağrılıyormuş kurula. Yani kişiyi muafiyet çabalarından soğutmak hatta vazgeçirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Zaten iş bulamamak, elaleme izah edememek gibi sebeplerle zar zor bir karar veren gay birey, iyiden iyiye askerliğe razı gelmek zorunda kalıyor. Bu konuda bir düzenleme yapılmalı ve sadece TSK bazında değil, toplumsal bazda da bir uyanış sağlanmalı. Tabii bu uyanış ilkin, askere gitmeden önce en sıkı antimilitarist olup paşa paşa gidip geldikten sonra "Ay herkes yapıcek tebi, ben gittim yaptım valla" diyenlerden başlamalı, benden sonrası tufancılığa düşmemeli. Diğer yandan, son zamanlarda iş başvurularında askerlik şıkkı için Yaptı/Muaf şıkları da göze çarpar oldu. Bu iyi bir gelişme çünkü eskiden işverenler sadece askerlik yapanları işe almak istiyordu. Şimdi ise sadece "askerlikle İLİŞİĞİ olmaması tercih sebebidir" yazılarak daha geniş bir anlam kazandırılıyor meseleye. Tabii mülakatlar sırasında neden muaf oldukları eşelenip deşilmiyorsa...

www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip