30 Ocak 2013 Çarşamba

Mavi melek ya da femme fatale

Eylül 1998. Evde Elele dergisini buluyorum, sayfalarını karıştırıyorum. Siyah-beyaz retro sayısı. Kapağında Candan Erçetin, Muazzez Ersoy, Didem Uzel ve Demet Sağıroğlu'nun efsane isimleri canlandırdığı pozları var. Erçetin her zamanki gibi Piaf olmuş. Sayfaları karıştırıyorum. Bir fotoğraf dikkatimi çekiyor. Marlene Dietrich isimli bir kadın, New York'taki apartman dairesinde çekilmiş. Bavullar arasında eğilmiş, gülümsüyor. Yaşlı ama çok çekici. O zamana kadar Marilyn ve Grace Kelly'den başka doğru düzgün eski Hollywood starı tanımıyorum desem yeridir. Hikâyesini okuyorum, çok ilgimi çekiyor. Sayfanın muhtelif yerlerinde de gençliğinden fotoğraflar var. Ne kadar çekici! Anneme soruyorum. Makinist olan dedem sayesinde izlediği filmler kadarıyla tanımlıyor ama aslında onun devrine tam olarak denk gelmiş sayılmaz. Aklımın bir köşesinde asılı kalıyor Marlene Dietrich ismi.
Eylül 2001. Nasıl olmuşsa eve Digiturk takılmış. Nihayet ulusal kanalların reklam işkenceleri eşliğinde film izleme zorunluluğu son bulmuş. Her yerde muhteşem filmler oynuyor, neyi izleyeceğini şaşırıyor insan. MovieMax benim, Hallmark senin geziyorum. Derken bir okul dönüşü MovieMax'te Marlene diye bir filme rastlıyorum. Yarısı kaçmış ama hemen anlıyorum; bu Marlene, o Marlene. Pür dikkat yarısından izliyorum, nasılsa bir saat sonra 2. kanalda tekrarı var. Katja Flint canlandırmış, ne kadar da benziyor. Hayatı da pek tutkulu, tam bir star yaşamı sürmüş. Filmin sonuna kadar izliyorum ve acayip etkileniyorum. Sonra ilk yarısını da izliyorum. Artık Marlene hayranıyım.
Herkes Audrey sever, Marilyn sever, menekşe göz Elizabeth sever ama ben hiç şurup şeker insanları sevmedim oldum olası. Marlene de tıpkı diğer bir hayranı olduğum Madonna gibi tatlı sert. Ketum da denebilir. Joan Crawford gibi sadist de değil ama. Hem çok feminen, hem çok maskülen. Biseksüelliğini belki de bu şekilde dışa vuruyordu, bilinmez ama başta, kendisine nasıl bulduğunu sorduklarında 'vulgar' (bayağı) şeklinde nitelendirdiği Madonna olmak üzere birçok sanatçıya ilham verdi Dietrich.
Nefret ettiği Hitler yüzünden Almanya'sından oldu. Belki daha iyi oldu. Her röportajda bahsettiği 'bir geminin içinde' gittiği Amerika getirdi ona mutlak şöhreti. Modada Coco Chanel'in yaptığı feminist devrimi o, sinemada yaptı. Her zaman erkeğinin şefkati ve himayesine muhtaç, biblo kadar kırılgan kadın imajı, ayakları üstünde duran, smokin giyen ve kadınların dudağına öpücük konduran ama erkeğinin kollarında da tereyağı gibi eriyen bir kadına bırakıyordu yerini onunla. Neredeyse androjen bir karakterdi Dietrich.
Aslında hayatta çok incinmişti ama kendini hep incinmediğine inandırmıştı. Güçlü olması gerekiyordu çünkü. Öyle olmasa Nazi Almanyası'na sırtını dönüp ABD ordusuna katılabilir miydi? Marilyn'in aksine, askerlerin kendisine bakarak mastürbasyon yapmalarını izlemek yerine cephede herkese bilfiil moral verdi. Uzuvları parçalanmış askerlerle birebir ilgilendi. II. Dünya Savaşı'nın önemli bir sembolü de olmuştu bu sayede. Tabi inancını da bu savaşta kaybetmişti: "Eğer bir Tanrı varsa, planlarını yeniden gözden geçirmeli," diyordu sorduklarında.
Bir Kopenhag kanalıyla 1971 yılında yaptığı röportajda, adını ilk kez duyurduğu The Blue Angel (Mavi Melek) filmini yapan yapım şirketi UFA'den neden ayrıldığı sorulmuş, "Beni istemediler," diye cevap vermişti açık yüreklilikle. Sunucunun "Bu sizi incitti mi?" sorusuna ise hazırlıksız yakalanmıştı ama hassas olduğunu saklayan Marlene hep sufle veriyordu kulağına; gözlerini kaçırdı ve "Hayır, hayır, hayır... Bu beni nasıl incitebilir ki?" dedi en bohem hâliyle ve yutkunarak. Vücut dili tam aksini söylüyordu oysa. Yine aynı röportajda Ingmar Bergman'la çalışmayı çok istediğini fakat onun filmlerine yakışmayacağını ve bu yüzden tercih edilmediğini düşündüğünü dile getiriyordu. Değil bir yıldızın, sıradan bir faninin bile arkadaş ortamında dillendiremeyeceği bir gerçekçilikle.
1971 yılında, bir Kopenhag kanalına
verdiği röportajdan.


David Bowie'yle oynadığı Just A Gigolo filmi, beyaz perdede göründüğü son iş oldu. Maximilian Schell'in Oscar adayı belgeseli ise, içinde kendisinin bulunduğu gerçek anlamdaki son işti. Garbo gibi kendini toplumdan tam anlamıyla soyutlamasa da yüzünü katiyen göstermiyordu film boyunca, yalnızca sesi duyuluyordu. En çok kullandığı kelime ise 'kitsch'ti. Suçlu zevkleri için hep bunu söylüyordu. Hem zevksiz damgası yemekten küçümseyerek kurtuluyor, hem de kendini ifade etmekten geri kalmamış oluyordu böylece. Sonunda ise bir şiir okuyordu:

Sev, sevebildiğin sürece
Sev, sevebildiğin sürece
Zamanı geldiğinde, saati geldiğinde 
Oturacak ve yas tutacaksın bir mezar eşiğinde

 "Aslında çok 'kiç' ama annem severdi. O yüzden beni ağlatıyor," diyordu sesini toparlamaya çalışırken bir yandan.
Bence Marlene'in özeti bu. Kocası, çocukları Maria'nın şizofren bakıcısını hamile bıraktığında da incinmemişti, Almanya'ya yıllar sonra dönüşünde protesto edildiğinde de, Paramount yetkilileri, elmacık kemikleri daha çıkık görünsün diye azı dişlerini çektirdiğinde de...
Marlene, tıpkı 1963'teki efsanevi Stokholm konserinin sonunda olduğu gibi reveransını yapıp 1992'de hayat sahnesini terk etti ama filmleri, kendinden emin duruşu ve spot ışıkları altındaki baygın, büyülü bakışlarını bıraktı ardında sonsuza dek.

www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip