16 Eylül 2016 Cuma

Kapitalizmin gerçek motivasyonu açgözlülük mü?

Ortaokuldayken hocalarımdan biri "Kapitalizm hamburgerdir, kot pantolondur" dediğinde çocuk aklımla buna gülmüştüm. Çünkü ben ve kuşağım, kot pantolona ve hamburgere doğmuştuk zaten. Bizim için tek geçerli yaşam biçimi buydu; Jurassic Park, Aslan Kral, Titanic ya da Parliament Gece Sineması'nda izlediğimiz Hollywood filmleri, herhangi bir kültürün temsili değil, eğlence amaçlı çekilmiş filmlerdi. Üstelik tüm dünya da izlemiyor muydu zaten?
Daha sonra farkındalıklar arttı, okuduk, yazdık, çizdik ve neyin ne olduğunu anladık. Bu sefer üniversite hocalarımdan biri, "Sinemacının derdi olmalı" demişti ve ben gülmekte temkinli davranmıştım. Çünkü daha sonra pişman olabilirdim.
İnsanoğlu, ortalama yaşam süresini uzatmada büyük yol kat etti. Penisilinin bulunması, diğer modern teşhis ve tedavi yöntemleri, 40'lı yaşların, bir gözü toprağa baktıran yaştan ziyade "yeni yirmiler" olarak anılmasını başardı. Genetik araştırmalar, spermlerin genetik olarak taranması ve olası hastalıklardan arındırılması gibi gelişmeler, belki ileride süper sağlıklı nesillerin dünyaya gelmesine sebep olacak. Dolayısıyla ömür uzayacak, nüfus yaşlanacak ve kaynaklar daha büyük tehdit altına girecek.
Bildiğiniz üzere dünyaca ünlü ilaç firması Bayer, tarım tekeli Monsanto'yu 66 milyar dolara satın aldı. GDO'lu tohum üretimi, çiftçileri bu tohumlara mecbur bırakışı ve yerli tohum üretimini yasaklamasıyla meşhur Monsanto, artık bir ilaç devinin elinde. Yani amaç bir yandan hasta edip diğer yandan ilaç paralarını cukkalamak mı?
Kanser artık grip kadar yaygın. Üç ay önce sağlıklı bir şekilde sarılıp kucaklaştığınız insan üç ay sonra hayatta olmayabiliyor. Peki Küba gibi sosyalist bir ülke, kısıtlı ar-ge imkanlarıyla kanser aşısını keşfederken, milyar dolarları parmağında oynatan kapitalist ülkeler neden geride kaldı? Mesele kısıtlı fon mu yoksa ilaç firmalarının membası kesilir diye mi korkuluyor? Yoksa halihazırda kesin bir tedavisi var da piyasaya mı sürülmüyor?
Bugün belli başlı hazır gıda, kozmetik, meşrubat ve temizlik ürünlerini üreten onlarca marka, sadece üç - dört kuruluşun elinde. Unilever, P&G, Coca-Cola, Pepsico, Nestle, Kellogg's bunlardan başlıcaları. Yani evde sabununuzu, şampuanınızı üretmek, kakaonuzu, kahvenizi yetiştirmek, diş macununuzu yapmak gibi bir imkanınız yoksa bu markalara mecbursunuz. Yapılan (çoğu saklanan ya da türlü çeşit yöntemlerle yayımı yasaklanan) araştırmalara göre ağır karsinojenler içeren bu ürünler cildimize temas ediyor, midemize giriyor, dokularımıza sirayet ediyor, denizlerimize yayılıyor (en son granüllü kozmetik ürünlerinin deniz canlılarını nasıl öldürdüğüne dair bir makale yayımlandı)... Peki, görünürdeki amacı daha da büyümek, sermayesini katlamak olan bu kuruluşların bir de görünmeyen niyetleri olabilir mi?
Şöyle anlatayım; bir işletme olsam ve müşterilerimin ekmeğine, deterjanına, sütüne küçük miktarlarda cıva katsam, onları yavaş yavaş öldürsem, yaklaşık 2-3 yıl içinde mahallemdeki bütün müşterilerimi öldürmüş olurum. Sonra ne olur? Civar mahallelerden müşteri bulamazsam -ki bu kötü şöhretle bulmam zaten imkansız, anca mecbur bırakmam gerekir- sermayem erir, iflas tehlikesiyle karşılaşırım. Yani uzun vadede kendime zarar vermiş olurum.
Peki bu kuruluşlar dünyanın dört bir yanındaki insanları hasta ederek, kaynakları hızla tüketerek ve çevreyi kirleterek ne elde ediyorlar? Gıda - hastalık - ilaç döngüsünün çok ötesinde bir amaç olabilir mi bu?
Amaç kutsal kitaplardaki kıyamet alametlerini gerçekleştirmek, İsa'nın yeryüzüne dönüşünü bir an evvel sağlamak olabilir mi? Bush'un arkasına aldığı evanjelistlerin bu amaçları her zaman görünürdü. Bunca kurmaca terör saldırısı, ölümler, katliamlar ve salgınlar, İsa'nın dönüşü için planlanıyor olabilir mi? (Bir tanıdığım, evanjelist komşusunun her depremden sonra cama çıkıp sevinç nidaları attığını söylemişti). İlk bakışta deli saçması gibi görünse de, artık bu yerküre üzerinde duyduğum, gördüğüm hiçbir şey beni şaşırtmayacağından, böylesi komplo teorilerine de dudak bükerek yaklaşmıyorum. Yaşadığımız tüm bu acıların, keşmekeşin, hastalığın ve anlamsız mücadelenin kapısı tek bir şeye; "ulvi" bir amacı gerçekleştirme ülküsüne açılıyor olabilir. Diyeceksiniz ki amaç dünyanın sonunu getirmekse, neden tek bir nükleer bombayla halletmiyorlar? İşin "kitabına" uygun ilerlemesini istiyorlardır belki de, kim bilir...

www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

24 Temmuz 2016 Pazar

Hayatı öylesine yaşamak

Uyarı: Birazdan okuyacağınız yazının içeriği, Türkiye gibi dışarı adım atmanızın bile riskli olduğu bir ülkede lüks gelebilir.

Her zaman anı yaşayamayan bir insan olduğumu söylemişimdir. Küçükken de böyleydi. Bir şey yaparken başka bir şeyi düşünürdüm, sonra o şeyi yaparken de diğer şeyi... Sevdiğim bir şeyi yerken başka bir yiyeceği düşlerdim. Hafta sonu geldiğinde "Pazartesi okul var" stresiyle o iki günü asla değerlendiremezdim, pazartesi sabahı da "Keşke hafta sonunun değerini bilseydim" diye hayıflanırdım. Benim gibi bir insanın mutlu olması tabii ki zor. Ama bu yazımda nispeten "normal" insanlar ve benim gibilerin, günlük yaşam kalitelerini düşüren etkenlere, arayışımızın ne olduğuna ya da olması gerektiğine, mutsuzluğu kendi ellerimizle yaratıp yaratmadığımıza dair sorular soracağım.
Okumayı seven, oturduğunda sıkılan bir insanım. Ya resim çizmem ya da bir şeyler yazmam gerekir illaki. Hiçbirini yapamıyorsam bookmark'ımda biriken makaleleri okurum, notlarımı alırım. O da olmazsa hayal kurarım. Ne var ki bence doğamıza en aykırı şey çalışmak. Günlük rutinini belirleyememek, bazen çocuğunun okuma bayramına gidememek, bebeğinin doğum haftasının gece vardiyasına denk gelmesi (arkadaşımın başına geldi, bebeğini ertesi sabah görebilmişti), hatta dişçiye bile gidememek gibi durumlar ya kendi başımıza ya da tanıdıklarımızın başına gelmiştir. Hayatımızı idame ettirmek için çalışmamız şart, peki lanet ettiğimiz sistemin dışında bir şeyler üretip hayatta kalmak mümkün mü?
Her şeyi kaçırıyoruz, duygularımızı bile... Twitter'da biri çok güzel yazmıştı, "Eskiden insanlar ayrılık acısıyla şiirler yazarmış, biz ertesi gün akbil basıp metrobüse biniyoruz" diye. O kadar güzel açıklıyor ki durumu... Başımıza gelen travmanın olağan süreçlerini bile yaşayamadan herkesin yüzüne zorla gülmeye, her şey yolundaymış gibi davranmaya ve o floresan ışıklarıyla insanın ruhunu solduran ölgün ofislerde fotokopi çekmeye devam ediyoruz. Yediğimiz yemeği de öylesine yiyoruz, doymak için. Vücut alarm zillerini çalmaya başladığında ve bir sorun olduğunun sinyallerini verdiğindeyse çok geç kalınmış oluyor.
"İşkoliğim ben" insanlarını da oldum olası anlamamamışımdır. Kabakulak geçiren kızını evde bırakmak zorunda kaldığını, boynuna taktığı anahtarlıkla eve girdiğini, dolaptaki yemeğini ısıtıp kendi kendine yediğini anlatan sahte Louboutin'li çalışan anneleri... Bunlar bence övgü malzemesi değil, olsa olsa hayat albümüne tek tek eklenecek ve sonuna kadar yaşanması gereken, ıskalanmış anlar. Kendini yaptığı işle tanımlayan, her seferinde yoğun olduğu için kafasını kaşıyacak vakit bile bulamadığını söyleyen insanların hayatlarında büyük bir boşluk olduğunu düşünüyorum. Anlamla, kanla, damarla beslenemeyen, yıldırım düşmüş bir ağaç kavuğu gibi kuru ve kocaman bir boşluk var sanki içlerinde. Sürekli mide spazmları, ülser, akut ishal gibi anksiyete semptomları gösteren bu insanlar, gerçekten o loftlarda, plazalarda mutlu olduklarını düşünüyorlar. "Siz yine iyisiniz. Biz banyo yapamadığımız için karşıdaki berberde yıkatıyoruz saçlarımızı" diyenler, gece yarısına kadar mesai yaptığı için övünenler... Peki bu insanlar ne zaman kitap okuyor? Ne zaman yeni albümleri dinliyor, Instagram'da türlü çeşit filtrelerle fotoğrafını paylaştıkları kedilerini ne zaman seviyorlar? Cevap; hiçbirini yapmıyorlar. Crate & Barrell'dan 400 liraya aldıkları kırlentlerle bezedikleri Mudo kanepelerinde ayda yılda birkaç kez oturuyor, Habitat'tan aldıkları sütun mumlarını sadece fotoğraf çekmek için yakıyorlar. Mutfaklarında yemek bile pişmediği için muhtemelen bütün tencere tavaları sıfır. Ellerine kalan para da gece mesaisinde sipariş ettikleri sushilere ve tatlılara gidiyor zaten. Bir de hiç oturmadıkları evin kirasına... Ama mutlular; çünkü onlar işkolik!
İşi gücü bırakıp bisikletle Tayland'a giden Beyaz Türk kafası da çok suni geliyor bana. Paşa paşa döndüğünde yine aynı işi yapacaksın, üstelik depresyonun da kat be kat artacak. Çünkü alternatif yaşam biçimlerini, insanca, kendi iç sesini dinleyerek yaşamanın da mümkün olduğunu görmüş olacaksın. Oraya yerleşip, oranın yaşam tarzını benimseyenlere sözüm yok. Ama altı aylık, bir yıllık kaçışlar palyatif çözümler.
Bence bizim gibilerin hayatın özünü damıtarak, fakat aynı zamanda kaygısız yaşaması için tek yol; ekip biçtiğin, minimal ve aza kanaat ettiğin bir yaşam tarzı benimsemek. Kastamonu civarında 3 bin liralara araziler var. Ekip biçmeye müsait. Öyle bir yer alıp prefabrik ev dikmek, kendi domatesini, salatalığını yemek, biraz daha palazlanırsan hayvancılık yapmak falan... "Çalışırsan olur" kafasıyla büyüyen Küçük Amerika mağduru millennial akranlarım ne düşünürler bilmiyorum ama birçoğumuz emekli bile olamayacağız. Yani bir huzurevine vakfedecek bir maaşımız bile olmayacak. On beş yıl sonra su savaşları diye bir şey duyacağız, belki mülteci olacağız, bilmiyorum. Ama bu böyle gitmez bence. Sizce?

www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

27 Kasım 2015 Cuma

Adele vs. Miley. Dünya seçimini kimden yana yapacak?

Zamanın ruhu her daim sanatı etkilemiştir. Yeni Gerçekçilik, Yeni Dalga, Alman Dışavurumculuğu gibi birçok akım ve Guernica tablosu gibi sanat eserleri, döneminin toplumsal, siyasi ve ekonomik koşullarından etkilenmiş, ayrıca tepki olarak doğmuştur. Postmodern zamanlarda ise artık sanat eserlerinde anlam aranmaz. Sadece sanat yapma niyeti yeterlidir. Koterle yaktırdığınız siğillerinizden enstalasyon yapabilir ve bunu sanat olarak sunabilirsiniz.
Soğuk savaş biteli çeyrek yüzyıl oldu ve biz adı konmamış bir dünya savaşı yaşıyoruz. Bir zamanlar şeriata karşı tek kalkanımız olan Ajda'nın yelkenleri suya indirmesi gibi, ülkede her şey sarpa sardığında canı dişe takarak gitme ihtimali ile cepte bulundurulan Avrupa'nın da herhangi bir Ortadoğu ülkesine dönebileceğini görmek herkeste derin bir umutsuzluk yarattı. Çünkü artık o "orda bir Paris var uzakta" miti yıkılmıştı. Ülkelerin birbirine "Senin meydanlarına bi' atom bombası atarım görersin" tarzında tehditler savurduğu, her gün çocuk bedenlerinin kıyıya vurduğu bir manzarada umutlu olmak seçimden ziyade lükse dönüştü. Sanat da elbette bundan nasibini alıyor. Bu kanaatim, henüz sis dağılmamışken etrafı görmeye, tasvir etmeye çalışmak kadar fuzuli olabilir. Bunu zaman gösterecek. Ama elli yıl sonra bugünlerde verilen sanat eserlerine bakıldığında derin bir karamsarlık, derdini metaforlarla anlatmaktan ziyade çok daha direkt ve göstermeci yöntemlerle anlatma (mesela anadan üryan soyunma) gibi şeyler göze çarpacak. Benim sorumsa şu; tıpkı Hiroşima ve Nagazaki bombardımanlarından sonra sokaklarda, kıyafetleri etlerine yapışmış halde acı içinde koşan çocuklar gibi, tüm arsızlığıyla, dili bir karış dışarıda ve çırılçıplak koşan Miley mi, yoksa bütün eleganlığı, zamanının dayattığı güzellik kriterlerini yok sayarak ve tabii ki güçlü sesiyle kendini farklı bir yerde konumlandıran Adele mi bugünlerin sembolü olacak?
Miley'nin yerli yersiz soyunması, "bazen çıplaklık sadece çıplaklıktır" şeklinde mi, yoksa "iki yüzlü toplumsal normlara, kilisede duasını eden ama Ortadoğu'yu kana bulamaktan imtina etmeyen ülkesiyle ruhunu kıvançlandıran, ABD'nin demokrasi ve insan hakları üzerine değil de Hıristiyanlık temelleri üzerine kurulduğunu iddia eden bağnaz cumhuriyetçileri destekleyen vatandaşlarına karşı bir tepki" olarak mı yorumlanmalı? Miley'nin bu kadar teferruatlı düşünebilme ihtimalini göz ardı edersek, biraz da zorlarsak, bunu alt bilincinin güdümüyle yapıyor olabilir mi? Yoksa artık Nickelodeon bebesi olmadığını, o şurup şeker kızdan eser kalmadığını mı bağırıyor ulu orta? Daha da basite indirgersek, sadece ilgi çekmek mi istiyor?
Adele'e gelirsek, iki albümlük bir Susan Boyle vakası olup olmadığını ya da gerçekten insanların kalite ihtiyacını gideren birkaç isimden biri olduğu için mi bu kadar sevildiğini yine zaman gösterecek. Ama ben Adele'in klasikleşeceğini, bundan sonraki işlerinin ise bu kadar ses getirmeyeceğini düşünüyorum. Henüz insanlar onu kafalarında tam olarak kategorize edemediler. Adult contemporary işler yapan bütün sanatçılar gibi, her yeni albümde yeni bir şey denemek gibi bir şansı da yok. Peki Adele'i bu kadar özel kılan ne? Genç ve başarılı yönetmen Xavier Dolan'ı bile "Adele'e klip çektim, duydunuz mu?" diye ortalarda dolaştıran bu İngiliz kızın sırrı nerde?
Benim teorim, "Bizim zamanımızda önüne gelen şarkıcı olmuyordu. Adap vardı, usül vardı" şeklinde düşünen ve çabuk tüketilen müzikten hazzetmeyen genç bir güruh var. Bu güruhun da Rihanna'yla, Miley'le işi yok. Muhtemelen çoğu formel bilimlerle ilgileniyor. Çok fazla içip dağıtmıyorlar, aile hayatına önem veriyorlar. Zaten aileleri de muhtemelen Adele'i seviyor ve belki de evin en büyüğünün bile dinlediği tek genç sanatçı. Hep beraber televizyon izlerken sahneye poposunu Kırkağaç kavunu gibi oradan oraya savuran Nicki Minaj'ı görünce ya huzurları kaçıyor ya da kanal değiştiriyorlar. İşte Adele, bu kitlenin kaliteli müzik ihtiyacını karşılıyor. Aslında bu da bir tepki. Hatta bal gibi de tepki.
Miley'nin duruşu eğer gerçekten anlamlı bir duruşsa (-ki Madonna'nın Sex Book pozlarıyla kıyaslanması büyük haksızlık. Madonna, kadın cinselliğini erkek odaklı bakış açısından kurtarma yönünde büyük bir adım atmıştır), Adele'in duruşu çok daha umutlu bir duruş. Termodinamiğe inat her şeyin daha iyi olabileceği fikrinin yanında bir duruş. Miley'ninki ise her an meydanlarımıza, medeniyetimizin sembollerine düşebilecek hain bir atom bombasının yarattığı infialden kaçan çocuk duruşu. Hatta biraz da bu felaketi çağıran bir duruş. Bu pozları gören bir IŞİD militanını, harem kurmakla Batı'yı tamamen fethetmek arasında arzulardan arzulara savuracak bir duruş. Bize kalansa, insanların hangisini seçeceğini görmek ve yaşarsak, birkaç on yıl sonra geriye dönüp bu satırların sağlamasını yapmak.

www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

1 Haziran 2014 Pazar

Oradan oraya uçuşan toz zerresi hayatlar, burjuva gençler ve uyku

Dikkat: Bu yazı, Zerre filmi hakkında detaylı bilgi içermektedir. 

Film okuması yapılırken alt okumada, yönetmenin karakteri, siyasi eğilimi, zevkleri gibi subjektif etkenler de göz önünde bulundurulur. Bu yüzden sanırım uzaktan da olsa tanıdığım yönetmenlerin filmleri hakkında yorum yaparken ben de objektiflikten biraz uzaklaşıyorum.
Erdem Tepegöz'ü ilk olarak 2005 yılının sonlarında, Dardanos'ta verilen bir okul yemeğinde tanımıştım. Hocamın çok yakın bir arkadaşıydı ve o gün hevesli bir kısa filmci olarak tanıdığım Tepegöz'ün, sonraları izlediğim kısa filmlerinden de yola çıkarak, derdi olan, başarılı bir sinemacı olacağını kestirmek zor değildi.
Gittiği her yerden ödülle dönen ilk uzun metrajlı filmi Zerre'yi ise yeni izledim. Tabii ki burada kare kare film okuması yapacak değilim ama oldukça beğendiğim bu ilk film hakkında söyleyeceklerim var.
İstanbul'un varoşlarında, yaşlı annesi ve engelli kızıyla varoluş mücadelesi veren işçi Zeynep'in hayatından bir kesit sunuyor bize Zerre. İsmini aldığı metafor, film boyunca çok yerinde ve sinematografik bir anlatım aracı olarak kullanılmış. Havada uçuşan toz zerreleri, kameranın, evlerin ışıklarına yakın genel plandan genel plana çıkarak, aslında her hanenin bambaşka hikayelere gebe birer zerre olduğunu anlatışı, çok estetik ve etkileyiciydi.
Zeynep, çalıştığı fabrikanın yemekhanesinde sadece kulak misafiri olduğu "işçi ayaklanması" planının kurbanı olarak yaka paça kovulur ve iş arama telaşı başlar. Tek derdi belediyede çalışmak olan Zeynep, boş zamanlarında kuru lavanta bohçaları yaparak cami önlerinde satmaktadır. Mahallenin temiz yürekli çocuğu Remzi ise, çalıştığı restoranın artık yemeklerini sefer tasıyla Zeynep'e vermektedir.
Zeynep sonunda Trakya'da yatılı da olsa bir fabrika işi bulur. Burada ise bir çift temiz çarşaf ve nevresim karşılığında "neler" vermesi gerektiğini anlaması çok uzun sürmez. Eve telefon ettiğinde, gaddar (ve organ taciri) ev sahibinin, evden çıkarmama şartı olarak sürekli direttiği kan örneği alma işini, kendisinden habersiz kızının üzerinde yaptığını öğrenmesi, bardağı taşıran son damla olur ve fabrikadan kaçarak otostopla İstanbul'a döner.
Yine işsizdir. Zeynep film boyunca hiç ağlamaz. Hiç isyan etmez. Çünkü mahkum edildiği kader budur. Zeynep kaderine teslim olur. Kentsel dönüşüm sonucu bir süre sonra yıkılacak olan harap evde biraz daha kalabilmek, üstüne biraz da nakit para alabilmek için, kan örneği vermeyi kabul eder. Bir devlet hastanesinin deposunda gizlice kanını alırlar. Örnek yurtdışına gidecek, Zeynep'in dramı, bir başkasının yaşam umudu olacaktır.
Aldığı ilk nakit parayla tavuk kızartır Zeynep. Remzi'den aldığı 20 liranın üstüne de 10 lira koyup geri verir. Burada Tepegöz'ün, sınıfsal davranışlar üzerine doğru gözlemlerini, detaylara ne kadar önem verdiğini çıkarabiliriz. Zeynep gerçekten kanlı canlı, yaşayan bir karakter olsa, kendisi için bunca iyilik yapan Remzi'ye borcunun karşılığı olarak, üstüne 10 lira daha koyup geri öderdi (fakir ama gururlu olmak).
Açık uçlu biten film, seyircide, Zeynep'in mücadelesinin hâlâ bir yerlerde devam ettiği hissi yaratıyor.
Klasik anlatı severleri etkilemeyecek hatta sıkacak bir film Zerre. Seyirciye bir şey dayatmıyor. Türkiye'deki, dünyadaki milyonlarca "zerre"nin hayatından bir kesit sunuyor ve gerisini seyirciye bırakıyor. Duygu sömürüsü yapmıyor, Zeynep karakteri bile durumunu bu kadar kabullenmişken, onun hayatına şahit olan biz üçüncü gözlere "Zeynep'e ağlamak sizin işiniz değil" diyor adeta.
Oyuncu seçimi ve yönetimi ise oldukça başarılıydı. Zeynep karakterini canlandıran ve ilk olarak 1997 tarihli Avcı filminden tanıdığımız Jale Arıkan, sinema perdesine çok yakışan, gerçekçi bir yüz. Rüçhan Çalışkur'un Türkçesini ise çok pürüzsüz buldum. Daha kuytu köşe (hatta gerçek bir Dolapdereli) bir oyuncu, inandırıcılığı katlardı. Yan rollerde harikalar yaratmak diye bir tabir varsa, bu filmde Özay Fecht tam anlamıyla bunu yapmış. İzlerken profesyonel oyuncu olduğunu anlamanız mümkün değil.
Türk sinemasında işçi sineması ya da toplumsal gerçekçi yaklaşımın olmamasını, alt sınıfın sanatla ilgilenmesinin lümpenlik olarak yaftalanmasına, sanatın, sadece üst sınıfa ya da belli bir zümreye has bir faaliyetmiş gibi algılanmasına bağlıyorum. Bu algıya cesaretle yaklaşan tek isim Yılmaz Güney'di ve başarısının meyvelerini de aldı. Erdem Tepegöz gibi orta sınıftan ya da alt sınıftan gelen -gelecek yönetmenler, eminim ki sanat filminin sadece entelektüel buhranı demek olmadığının anlaşılmasına, Türk sinemasının kendine has bir dili olmasına, gerçekçi yaklaşımların artmasına vesile olacaktır. Zerre bu konuda büyük umut vaat ediyor.


Gezi'deki gençler sorunsalı

Gezi direnişindeki gençlerden çok, başkaları onları tanımlamaya bayılıyor. Herkesin baktığı pencereden gördüğü manzara farklı tabii ama haksız yorumlar da yok değil.
Akif Beki, Hürriyet'teki köşesinde, Gezi'deki y kuşağını "makarnacı diyerek küçümsedikleri akranlarından daha iyi beslendikleri için, onlardan daha zeki olan 'Küçük Burjuva'lar" olarak tanımlamış. İfadesinde kinaye de sezilmiyor değil ama küçük burjuva tanımının gerçek görüşünü yansıttığını düşünüyorum.
Gezi'ye uzaktan bakanların, oradaki gençleri miras yiyici, yazın üç ayını Bodrum'da ciğer gibi kızarana dek tatil yaparak geçiren, Porsche ile kampüse giden gençler olarak görmesi doğal. Çünkü; sağlık, eğitim, çevre, sosyal güvence, daha iyi yaşam şartları gibi konular hakkında (en çok ağzı yanan kesim olmasına rağmen) alt sınıftan hiç ses çıkmaz. Alt sınıf, derin bir kadercilikle başına gelen her şeye razı gelir, biat eder. Çünkü, aksi anarşidir.
Bu algıdan dolayı oradaki gençleri tuzu kuru ve eğlence peşindeki heveskâr burjuvalar olarak nitelemek, duruma yabancı olanlar için anormal değil.
Peki oradaki gerçek kitle neydi? Heterojen bir kitleydi elbette ama meydanda birkaç Louis Vuitton'lu plaza kadınına rastlamak, herkesin burjuva olduğu anlamına gelmez. Bana kalırsa yetişkinler daha çok orta sınıftandı. Emeklisi, öğretmeni, küçük esnafı... Gençler ise onların çocuklarıydı. Hâlâ öğrenci olanları da vardı, binlerce lira öğrenim kredisi borcu olan da, yeni yeni çalışmaya başlamış olup, İstanbul'da kira ödeyebilmek için memleketteki ailesinden yardım alan da, işsiz de...
Artık fakülte bitirmek zor değil. Eskisi kadar zor değil en azından. Alt sınıftan gençlerin üniversite bitirmesi çok daha kolay. İşte o biat eden, boynu bükük ailelerin çocukları da vardı meydanlarda. Yani fularlı tabirle overeducated underclass (yüksek eğitimli alt sınıf). Beki'nin sandığı gibi çılgın partilerde sabahlamayan, İbiza'da selfie çektirmeyen bir genç kitle vardı. Henüz girdiği iş, tek başına hayatını idame ettirmeye yetmeyen, eğitimini aldığı işi yapamayan (gizli işsiz) bir sürü genç vardı. "Çalışırsan olur", "Mücadeleden vazgeçmeyen amacına ulaşır" yalanlarının beş para etmediğini yeni yeni anlayan genç kitle yani...
Beki gibi, yanında yöresinde "yeni zengin"lerin çokça bulunduğu bir ismin, herkesi öyle sanması doğal.

Kapitalizm ve uyku

Uyku, canlıların yaşamını sürdürmesi için olmazsa olmaz bir durum. Beyin, gün boyu aldığı yeni bilgileri işleyip tasnif ediyor, eliyor, gitmesi gereken yere gönderiyor, o sırada salgılanan hormonlar ise kansere karşı koruyor, bağışıklığı güçlendiriyor. Rem uykusu bölündüğünde ise on iki saat uyumanızın bile bir faydası olmuyor. Çünkü uykunun en önemli evresi; iki saatlik periyodlarla işleyen rem evresi.
Modern insan için ise uyku; gerçeklerden, sorumluluklardan kaçma sığınağı adeta. Çünkü uyanıkken sırtınıza yüklenen bütün yüklerden o sırada muafsınız. Fakat, yine modern insanın sahip olmak için çılgınca kıvrandığı, gelirinin hatrı sayılır bir bölümünü yatırdığı yeni nesil teknolojik cihazlar, eldeki tek kaçış noktası olan uykunun da katili oldu. Artık işverenler telefon kapatmayı yasaklıyor, şirket telefonunun Whatsapp'ından, günün her saati ulaşabilmek istiyor. O tatlı uyku bölünüyor, kimi zaman müşterinin acil bir mailine cevap vermek gerekiyor, kimi zaman mesai saatinde gözden kaçan bir şeyi düzeltmek icap ediyor. Yani aslında modern insanın bitmeyen istekleri, veya ona dayatılanlar, en mahrem alanına kadar girip özgürlüğünü iç ediyor. Bu durumun, sırt sıvazlayan "hadi aslanım" mottosu da şu oldu: Zekiler az uyur (gevrek patron kahkahası).

www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

30 Ocak 2013 Çarşamba

Mavi melek ya da femme fatale

Eylül 1998. Evde Elele dergisini buluyorum, sayfalarını karıştırıyorum. Siyah-beyaz retro sayısı. Kapağında Candan Erçetin, Muazzez Ersoy, Didem Uzel ve Demet Sağıroğlu'nun efsane isimleri canlandırdığı pozları var. Erçetin her zamanki gibi Piaf olmuş. Sayfaları karıştırıyorum. Bir fotoğraf dikkatimi çekiyor. Marlene Dietrich isimli bir kadın, New York'taki apartman dairesinde çekilmiş. Bavullar arasında eğilmiş, gülümsüyor. Yaşlı ama çok çekici. O zamana kadar Marilyn ve Grace Kelly'den başka doğru düzgün eski Hollywood starı tanımıyorum desem yeridir. Hikâyesini okuyorum, çok ilgimi çekiyor. Sayfanın muhtelif yerlerinde de gençliğinden fotoğraflar var. Ne kadar çekici! Anneme soruyorum. Makinist olan dedem sayesinde izlediği filmler kadarıyla tanımlıyor ama aslında onun devrine tam olarak denk gelmiş sayılmaz. Aklımın bir köşesinde asılı kalıyor Marlene Dietrich ismi.
Eylül 2001. Nasıl olmuşsa eve Digiturk takılmış. Nihayet ulusal kanalların reklam işkenceleri eşliğinde film izleme zorunluluğu son bulmuş. Her yerde muhteşem filmler oynuyor, neyi izleyeceğini şaşırıyor insan. MovieMax benim, Hallmark senin geziyorum. Derken bir okul dönüşü MovieMax'te Marlene diye bir filme rastlıyorum. Yarısı kaçmış ama hemen anlıyorum; bu Marlene, o Marlene. Pür dikkat yarısından izliyorum, nasılsa bir saat sonra 2. kanalda tekrarı var. Katja Flint canlandırmış, ne kadar da benziyor. Hayatı da pek tutkulu, tam bir star yaşamı sürmüş. Filmin sonuna kadar izliyorum ve acayip etkileniyorum. Sonra ilk yarısını da izliyorum. Artık Marlene hayranıyım.
Herkes Audrey sever, Marilyn sever, menekşe göz Elizabeth sever ama ben hiç şurup şeker insanları sevmedim oldum olası. Marlene de tıpkı diğer bir hayranı olduğum Madonna gibi tatlı sert. Ketum da denebilir. Joan Crawford gibi sadist de değil ama. Hem çok feminen, hem çok maskülen. Biseksüelliğini belki de bu şekilde dışa vuruyordu, bilinmez ama başta, kendisine nasıl bulduğunu sorduklarında 'vulgar' (bayağı) şeklinde nitelendirdiği Madonna olmak üzere birçok sanatçıya ilham verdi Dietrich.
Nefret ettiği Hitler yüzünden Almanya'sından oldu. Belki daha iyi oldu. Her röportajda bahsettiği 'bir geminin içinde' gittiği Amerika getirdi ona mutlak şöhreti. Modada Coco Chanel'in yaptığı feminist devrimi o, sinemada yaptı. Her zaman erkeğinin şefkati ve himayesine muhtaç, biblo kadar kırılgan kadın imajı, ayakları üstünde duran, smokin giyen ve kadınların dudağına öpücük konduran ama erkeğinin kollarında da tereyağı gibi eriyen bir kadına bırakıyordu yerini onunla. Neredeyse androjen bir karakterdi Dietrich.
Aslında hayatta çok incinmişti ama kendini hep incinmediğine inandırmıştı. Güçlü olması gerekiyordu çünkü. Öyle olmasa Nazi Almanyası'na sırtını dönüp ABD ordusuna katılabilir miydi? Marilyn'in aksine, askerlerin kendisine bakarak mastürbasyon yapmalarını izlemek yerine cephede herkese bilfiil moral verdi. Uzuvları parçalanmış askerlerle birebir ilgilendi. II. Dünya Savaşı'nın önemli bir sembolü de olmuştu bu sayede. Tabi inancını da bu savaşta kaybetmişti: "Eğer bir Tanrı varsa, planlarını yeniden gözden geçirmeli," diyordu sorduklarında.
Bir Kopenhag kanalıyla 1971 yılında yaptığı röportajda, adını ilk kez duyurduğu The Blue Angel (Mavi Melek) filmini yapan yapım şirketi UFA'den neden ayrıldığı sorulmuş, "Beni istemediler," diye cevap vermişti açık yüreklilikle. Sunucunun "Bu sizi incitti mi?" sorusuna ise hazırlıksız yakalanmıştı ama hassas olduğunu saklayan Marlene hep sufle veriyordu kulağına; gözlerini kaçırdı ve "Hayır, hayır, hayır... Bu beni nasıl incitebilir ki?" dedi en bohem hâliyle ve yutkunarak. Vücut dili tam aksini söylüyordu oysa. Yine aynı röportajda Ingmar Bergman'la çalışmayı çok istediğini fakat onun filmlerine yakışmayacağını ve bu yüzden tercih edilmediğini düşündüğünü dile getiriyordu. Değil bir yıldızın, sıradan bir faninin bile arkadaş ortamında dillendiremeyeceği bir gerçekçilikle.
1971 yılında, bir Kopenhag kanalına
verdiği röportajdan.


David Bowie'yle oynadığı Just A Gigolo filmi, beyaz perdede göründüğü son iş oldu. Maximilian Schell'in Oscar adayı belgeseli ise, içinde kendisinin bulunduğu gerçek anlamdaki son işti. Garbo gibi kendini toplumdan tam anlamıyla soyutlamasa da yüzünü katiyen göstermiyordu film boyunca, yalnızca sesi duyuluyordu. En çok kullandığı kelime ise 'kitsch'ti. Suçlu zevkleri için hep bunu söylüyordu. Hem zevksiz damgası yemekten küçümseyerek kurtuluyor, hem de kendini ifade etmekten geri kalmamış oluyordu böylece. Sonunda ise bir şiir okuyordu:

Sev, sevebildiğin sürece
Sev, sevebildiğin sürece
Zamanı geldiğinde, saati geldiğinde 
Oturacak ve yas tutacaksın bir mezar eşiğinde

 "Aslında çok 'kiç' ama annem severdi. O yüzden beni ağlatıyor," diyordu sesini toparlamaya çalışırken bir yandan.
Bence Marlene'in özeti bu. Kocası, çocukları Maria'nın şizofren bakıcısını hamile bıraktığında da incinmemişti, Almanya'ya yıllar sonra dönüşünde protesto edildiğinde de, Paramount yetkilileri, elmacık kemikleri daha çıkık görünsün diye azı dişlerini çektirdiğinde de...
Marlene, tıpkı 1963'teki efsanevi Stokholm konserinin sonunda olduğu gibi reveransını yapıp 1992'de hayat sahnesini terk etti ama filmleri, kendinden emin duruşu ve spot ışıkları altındaki baygın, büyülü bakışlarını bıraktı ardında sonsuza dek.

www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

31 Ekim 2012 Çarşamba

Amatörlüğün dayanılmaz çekiciliği

Daha çok tv yayınları için söylenen bir klişe vardır: "Herkesin kendinden bir parça bulduğu, 'hah bu ben' dediği şeylerin olduğu işler tutar" denir. Ya da sanatçılar için burnu kalkmamış, halktan kopmamışının makbul olduğu düşünülür. Haklılık payı da vardır elbet. Yüksekten uçanı, o irtifaya çıkaran halk indirmesini de bilir.
Ama bundan yola çıkarak değineceğim başka bir şey var. Sosyal medyada, 9gag ve benzeri sitelerde yayınlanan tasarımlara hiç dikkat ettiniz mi, bilmem. Geneli lise, ortaokul çağında, genius diye tabir edilen, ironiyi, karamizahı vesaireyi -bizde asla bulamayacağınız bir incelikle- fotomontaj maharetleriyle birleştirip yayımlayan gençlerin işleri. Birçoğu binlerce paylaşım ya da beğeni alıyor. Grafikle ilgilenen biri olarak sadece mizahının kalitesine değil, tasarımına da bakıyorum ben bu 'gag'lerin. Çok iyi bir espri yakalamış ve bunu güzel bir tasarımla sunmuş, buna karşın pek beğenilmemesine şaşırdığım, yine aynı şekilde paintte hazırlandığı apaçık belli olan fakat binlerce beğeni, yorum almış tasarımlar arasındaki farkı yaratan tek bir faktör tespit ettim: Amatörlük. Tipografi hataları olan, kaba bir şekilde dekupe edilmiş figürlerden oluşan hatta çözünürlüğü düşük gag'ler her zaman daha çok tutuluyor. Deviantart, Spillitnow gibi herkesin eserlerini özgürce paylaştığı platformlarda da en çok beğenilen hayran işleri, en acemi ve en abartılı efektler kullanılmış olanlar oluyor genelde.
Aynı durumu müzik sektöründe de gözlemleyebiliriz. İnternet fenomeniyken şarkıları milyonlarca tık alanların, albümleri çıktığında duvara toslamaları mesela... Şimdi isimlerini anımsayamadığım, türküleri flamenko tarzında söyleyen boyalı direk kardeşler ve Hayalet Sevgili İrem ilk aklıma gelenler. Onları fenomen yapan üstün yetenekleri vs. değildi; izleyen-dinleyenlerde "Yav ben de yapabilirim" duygusu uyandırmalarıydı. Albüm, o duyguyu yitirdi.
Twitter fenomenleri de aynı dertten muzdarip. Herkes gibi bir tweetçi iken birden bire yayınevlerinin gözdesi olup, bir de üstüne gerçek isimleri ve görünümleriyle ifşa olan fenomenler, eski popülerliklerini kaybettiler. Çünkü onların beğenilmesi ve onbinlerce insan tarafından takip edilmesinin tek bir sebebi vardı; takipçileri kadar sıradan oldukları halde harika yazmaları.
Halkı anlayabiliyorum derinlemesine düşününce. Tasarımlarında kusursuzluğu arayan biri olarak, halkla ilişkilerciler, reklamcılar ya da marka uzmanları tarafından kesinlikle bu eğilimin araştırılması gerektiğini düşünüyorum. (Aslında yurtdışında çok tutulan viral reklam kavramı, bu eğilimin bir uzantısı, çok da zekice.) Halk neden bunu tercih ediyor? Çünkü profesyonel ve kusursuz tasarımlar zaten her yerde; billboardlarda, duraklarda, evimizin karşısındaki panoda, metrolarda, basılı yayınlarda... Albümü güzel olan bir sürü sanatçı zaten var ve dilerlerse satın alıp dinleyebilirler. Ama aradıkları, kendilerinden olan, işi kâra dökmemiş, yani samimiyetini yitirmemiş, cep telefonu kamerasıyla çektiği videoyu bile yayınlayabilecek 'yetenek'ler.
Ne dersiniz, zaten profesyonelleşmekte oldukça geri olan ülkemizde bu akım, amatörlüğü haddinden fazla kutsar mı?

www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

18 Eylül 2012 Salı

Suni hassasiyetler ülkesi

Bizim ülkemizde kavramların altı doldurulmaz. Çoğu üstünkörü yaşanır. Vecizelerimiz, edebiyatımız kıssadan hisselerle doludur, her fırsatta sosyal paylaşım sitelerinde profilimize kopyalayıp yapıştırırız ama asla uygulamaya geçmeyiz. Büyüklü küçüklü harf kombinasyonuyla, "Taş gibi idin çok gönül kırdın yeter, toprak ol, üstünde hoş güller biter..." yazdıktan sonra, oda arkadaşının bilgisayarı kapatma ricasına "Uff snne be slk .s" diye karşılık verenlerin ülkesidir, Türkiye.
Diğer her şey gibi hassasiyetlerimiz de yapmacık ve altı boş hassasiyetler. Kadınlara ısrarla bağyan demek, engelli-özürlü-sakat çelişkisi, toplu taşıma araçlarında sırf kız diye yer vermeler ve daha birçok şey.
Sen bütün gün karşındaki kadına, sırf (aklınca) cinsel ilişkiye girdiği imasında bulunmamak adına bağyan diyeceksin, eve gidince yeşil mercimeği tuzlu yaptı diye karının kafasını duvarlara vuracaksın. 12 saat ayakta çalışmış, yara olmuş ayaklarına yapışan çorabı ılık suyla ıslatıp çıkaran emekçi gencin, sırf genç diye ayakta yolculuk etmesine göz yumacaksın ama başı kapalı diye ya da kız diye 18'lik çocuğa yer vereceksin.
2008 yılında, Çanakkale'de engelliler derneğinin yaptığı bir toplantıya kulak misafiri olmuştum. Bazıları, kendilerine sakat denmesini istiyor, diğer tanımları samimiyetsiz bulduğunu söylüyordu. Sahiden de öyle değil mi? Evet, özürlü çirkin bir kelime olabilir ama sakat demekte ne gibi bir mahsur var? Fonetik olarak kulağa sert gelen harflerden dolayı kaba olarak algılanıyor ama sakat diyen herkesi "Aa, lütfen engelliii" diye uyarmak da o insanların herkesten daha çok barışık oldukları ve fırsata dönüştürdükleri "engel"lerinin üstünü örtmek, görmezden gelmek değil midir? Onlar için yapılmış asansörlere hücum edip onları en sona bırakmak, emin olun kendisine sakat denmesini istemeyen bir engelliye sakat demekten daha az kötü değil.
Yine aynı şekilde sırf çocuk doğurduğu için bir kadına ayrıcalık tanımak, üç kişinin rahatça sığacağı kaldırımları, vızır vızır arabaların geçtiği yoldan yürümek suretiyle hizmetlerine sunmak da, anne çocuk ölümlerinin bu denli yüksek olduğu bir ülke için suni hassasiyetin alasıdır.
Ben ne mi yapıyorum? Toplu taşıma araçlarında yer vereceğim insanı itinayla seçiyorum. Yaş, cinsiyet kriterine göre değil, göz altlarındaki halka sayısına, ayakta durma güçlüğüne göre yer veriyorum. Bu, 7'den 70'e geniş bir yaş skalasını kapsıyor. (Yer vermeye kalkıştığımda "Otur yavrum, mesafe kısa zaten" diyen yaşlının alnından öpesim gelir.) Kaldırımda yürürken karşıdan Golyat gibi bir anne pusetini şiddetle üstüme sürüyorsa, kesinlikle kaldırımdan inmiyorum. Yan dönüyorum ve onun da dikkatli bir şekilde geçmesini sağlıyorum. Market alışverişlerinde, ekspres kasa yoksa, az parça almış olanlara öncelik veriyorum. Eğer benim alışverişim birkaç parçadan oluşuyorsa, önümdeki 3 araba doldurmuş müşteriden rica ediyorum ve önden geçiyorum. (Bu büyük bir medeniyet ölçüsüdür kanımca.)
Örnekler çoğaltılabilir. Demem o ki, hassasiyetlerin göstermelik olması, maalesef duyarlılık oluşturmuyor. Teoride çok güzel görünüyor ama pratikte çuvallıyor. Öncelikle bunun altının doldurulması lazım. Büyüye ısrarla sihir dedirten (ne değişiyorsa?) Esra Ceyhan duyarlılığı, arkadaşının saç renginin kötü olduğunu herkesle paylaşıp asla yüzüne söyleyemeyen ya da bütün gün dişinde maydonozla gezmesine göz yuman arkadaş "nezaketi", evinin karşı cephesine dersane reklamı asıldı diye 85 yaşında mahkeme mahkeme gezip üst katındaki aile kavgası için polisi bile aramayan komşu vicdanıyla bu gemi yürümez. Gerçek hassasiyetin formülü: Bir tutam samimiyet, 1 silme yemek kaşığı saf duyarlılık, yarım çay bardağı süzme vicdan ve aldığı kadar insanlık.
Son olarak, Neyzen Teyfik'in "Türk milleti gariptir, her lafı kaldırmaz..." şeklinde başlayan sözünü, algıda bütünleme sisteminize devrediyor, huzurlarınızdan ayrılıyorum.


www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip