30 Aralık 2010 Perşembe

Yaradey yaraday: Bir efsanenin sonu

Bir efsanenin daha sonuna gelindi ve dört sezondur yayında olan Yaprak Dökümü dün gece itibariyle sona erdi. Rating canavarı yapımların senaristliğine imza atan Ece Yörenç ve Melek Gençoğlu'nun, Reşat Nuri Güntekin'in klasik eserinden uyarladığı yapım, Çarşamba gecelerini adeta parsellemişti. 2006 yılının Ağustos'unda teaser'ları döndüğünde çok izlenecek bir dizi olduğunu anlamıştım. Ama okulum dolayısıyla ilk iki sezonu yarım yamalak izleyebildim ve sadece son iki sezonu takip edebildim. Bence Türkiye'de yapılmış iyi uyarlamalardan biriydi ve sağlam bir dramaydı. Bunda senaryodan çok, oyuncuların profesyonelliğinin de etkisi büyük.
Finale gelirsek, kitaptan çok da ayrı bir final olamazdı. Birkaç küçük değişiklikle, zaten olması gereken oldu. Trabzon'a tren yoluyla gitme detayı hariç (aktarma varsa bile cümle içinde belirtilmeliydi), kararında bir finaldi. Benim takık olduğum asıl husus ise dizi için yapılan tutarsız yorumlar. Bunların başında dizinin çok uzun sürmesi geliyor. Aslında belki de iki sezonda bitirilebilecek bir yapımın bu kadar sündürülmesinin suçlusu senaristler ya da oyuncular değil, yapımcıdır. Kimse gürül gürül akan bir çeşmeyi durup dururken kapatmaz. Diğer bir eleştiren kesimse asla izlemediğini söylüyor ama bütün bölümleri biliyor, Türk toplumunun geri kalmışlığını bu diziye yüklüyor... Öncelikle bir toplumun gelişmişliği dizilerinin kalitesiyle ölçülmez. Yani bir yapım, bir ülkeyi geri bırakmaz. O dizi olmasa da o ülke zaten geriyse geridir. Ha, bir diziyle hiçbir toplum da kalkınmaz. Çünkü bunlar arz talep meselesidir ve dolayısıyla halkın beğenileri yükseldikçe, kendisine sunulan yapımlar da o doğrultuda gelişecektir. Mesela Kartallar Yüksek Uçar dizisindeki gibi bir oyunculuk bugün sunulsa, gerçekçi bulunur ve izlenir mi? Sıradan bir izleyici bile izlediği kurmacada gerçeklik duygusunu arıyor, çünkü yabancılaşmamak, içinde kaybolmak istiyor. Bu yönden ele alırsak Yaprak Dökümü oldukça başarılıydı. "Alt tarafı bir dizi, niye herkes ağlayıp kendini paralıyor?" eleştirisine de bir çift sözüm var: True to movie, yani film içinde gerçek diye bir kavram vardır. Öyle bir kurmaca hikaye yaratırsınız, içinde öyle bir mantık oturtursunuz ki, asla sorgulamazsınız ve gerçekliğine inanırsınız. Zaten o yüzden Matrix'i, Yüzüklerin Efendisi'ni izleyebildiniz bugüne kadar. Ha, ben afyon niyetine dizi izlemem diyorsanız, Brecht okuyun, Yeni Dalga filmleri izleyin. Son eleştirim de dizilerden gına geldi diyenlere: Artık 200 küsur kanal var elinizin altında. Tek kumandayla da ulaşılabiliyor. Yani sizi karıncayiyenlerin hayatını izlemekten kimse alıkoymuyor. (Bu kategorideki insanların performanslarını da yarışma programlarında görüyoruz ya, neyse) Sadede gelirsek, Yaprak Dökümü, İkinci Bahar ya da Süper Baba gibi efsanevi bir mertebeye ulaşamayacaksa da, gayet iyi bir prodüksiyondu. Yerine yenilerinin gelmesi dileğiyle. (Allah korusun demeyin bakiim!)
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

27 Aralık 2010 Pazartesi

Bir kariyer nasıl mahvedilir?

90'lar Türk popu deyince kaç tane isim sayılabilir ki? Aşkın Nur Yengi, Yonca Evcimik gibi isimlerin başı çektiği, koskoca bir on yıla damgasını vurmuş şarkılar, klipler, albümler silsilesi gelir gözümüzün önüne. Ne zaman o dönemlere adını altın harflerle yazdıran biri albüm çıkaracak olsa, küçüklük heyecanımla beklemeye koyulurum. "Acaba kapağı nasıl olacak?", "İlk klibi nasıl olacak?", "Şarkı vurucu olacak mı?" diye düşünürüm kendi kendime.
İşte yine, Aşkın Nur Yengi'nin yedi yıl aradan sonra albüm çıkaracağı haberiyle beklemeye koyulmuştum ki ilk haberler pek de iç açıcı gelmedi. Önce Petek Dinçöz'le tutuştuğu şarkı kavgası patlak verdi. Günay Çoban'a ait Yalnızın Biriyim (Beni Sorarsan) isimli şarkı, Yengi'nin iddialarına göre Dinçöz'e satıldıktan sonra kendisine verilmiş, paralar ödenmiş, stüdyoya girilmiş ama şarkıyı önceden satın alan Dinçöz durumdan haberdar olunca kıyamet kopmuş. Yengi önce ısrarcı davranmış ama yapımcısı Hüseyin Emre'nin böyle bir skandalın içinde olmayacağını açıkça belirtmesiyle şarkı Dinçöz'e teslim edilmiş.
Sezen Aksu'nun düğün hediyesi olarak verdiği Yasak Elmam'ın sözleri zaten 2007'den beri sanal alemde dolanıp duruyor. Gözümün Bebeği'nin ise nasıl bir şarkı olduğuna dair fikrimiz yok. (Yine Aksu'nun, 1995 yılında Sibel Tüzün'e verdiği aynı adlı şarkı olmadığını biliyoruz sadece. Onu da Ebru Gündeş okuyacakmış. Yani Aksu'nun gözbebekleri yarışacak.) Albümde iki de cover var. Biri, Kamuran Akkor'un yıllar önce okuduğu Bekleyenim Var isimli şarkı. Bu şarkı, 2003 yılında Yıldız Kaplan tarafından Arkadaş Kalalım ismiyle okunmuştu. Yani önyargımız kapı gibi duruyor. Diğer cover ise Atakan'ın söylediği Ayrı Gayrı. Şarkı, ilk söyleyeninin yorumuna göre değerlendirirsek vasat, Yengi albümündeki düzenlemesi ise Mustafa Ceceli'ye ait olduğu için biraz ümit vaat ediyor. Albümün geri kalanı tamamen Günay Çoban'a ait. Çıkış şarkısı Öpeyim Geçsin'e değinecek olursak; ilk dinlediğimde sonunu zor getirdiğimi söyleyebilirim. Yengi'nin 1999 tarihli Aşk Kazası'ndan sonra yaşadığı hızlı düşüşte en büyük pay, tabii ki şarkı seçimlerinin yanlış olmasındaydı. Sezen Aksu şarkıları joker olarak bir yerde tutulup, albümün geri kalanı palas pandıras tamamlanıp piyasaya sürülünce böyle hezimet oluyor işte. 2004 tarihli Yasemin Yağmurları'nda da Nazan Öncel'den medet umulmuştu. Ama albüm, Marşandiz'i neredeyse iflasın eşiğine getirmişti. 2007 tarihli 'en iyiler' albümü Aşk'ın Şarkıları'nda ise baba evine, yani Emre Plak'a döndü Yengi... Gözümün Bebeği de yine aynı şirketten, 5 Ocak günü piyasaya çıkacak.
Sürekli piyasanın bozuluşundan, şarkıların kalitesizliğinden yakınan bir sanatçının, daha nitelikli ve üzerine kafa patlatılmış işlerle dönmesini beklerdim. Bütün albümü dinledikten sonra yanılmış olduğumu görmeyi ve kendisinin hayranı olarak, bu albümden bir Hesap Ver, Kara Çiçeğim tadı almayı istiyorum ama çok şey beklediğimin farkındayım.

Öpeyim Geçsin'i buraya tıklayarak dinleyebilirsiniz.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

26 Aralık 2010 Pazar

Kimin eylemi?

Türk televizyonları son on yılda dizilere teslim oldu. Ondan önce de diziler vardı tabii ama her sezon yıldızı parlayan iki ya da üç dizi olur, bunun yanında haftada bir yayınlanan televizyon filmleri çekilirdi. Artık hangi kanalda ne oynar, ne zaman oynar, takip edilemez hale geldi. Sektör kendini üçe, dörde katladı, reklam payları birçok kanalın ve yapımcının ağzını sulandırdı. Onlarca yapımcı köşeyi döndü, bazı yıldız sanatçıların bölüm başına 80 bin dolar aldığı bile dillendirildi. Ama değişmeyen tek bir şey vardı; o da şartları bir türlü insanileştirilmeyen set işçilerinin, yani o 120 dakikalık yapımların ekrana gelmesinde payı en büyük olan grubun kazandığı para, çalıştığı süreydi. Bazen tam bir gün durmaksızın çalıştılar, sigortaları yapılmadı, set kazalarına kurban gittiler, sağlıklarını yitirdiler. Nihayet sonunda "Yerli Dizi Yersiz Uzun" eylemi yapıldı, sesler yükseldi. Sendikalaşmak için birlik olmalı, tek yumruk haline gelmeliydi çünkü. Eylem günü televizyonda izlediğim kadarıyla oyuncuların birçoğu da oradaydı. Yıldız olanları da vardı, daha az tanınanları da... Bazı yapım şirketlerinin destek verdiği de belirtilmişti ama Medyapım ve Ayyapım gibi pastanın en kremalı tarafını yiyen iki şirketin, eylemi desteklemediği yazılıp çizilmişti. Açıkçası ben, eylemde oyuncuların ön planda olmasından fazlasıyla rahatsız oldum. Çünkü bu eylem; sesini duyuramayan, feryadı cevapsız kalan, yani, verdiği emeğin karşılığını alamayan işçilerindi... Halbuki oyuncular, belki 14-15 saat çalışsalar bile, yaşamlarını kaliteli bir şekilde idame ettirebilecekleri kadar ücretler alıyorlar. Üstelik emeklerinin tam da karşılığı kadar. Senaristler için de aynı durum söz konusu. Halbuki kamera arkasındakilerin durumu bu kadar iç açıcı değil. Belki, oyuncuların her mikrofona kafalarını uzatmasının sebebi, "Arkanızdayız, biz de sizin yanınızdayız" mesajını vermek olabilir. Şahsen ben bu kadar iyi niyetli değilim. Çünkü halk, bunun, set işçilerinin değil, oyuncuların eylemi olduğunu düşünebilir, "Cukkayı götürüyorsunuz, bir de şikayet ediyorsunuz" gibi negatif bir tepki çekebilir. Diğer yandan, acaba oyuncular, bu hiç de insani olmayan tabloda payları olduğunu düşünmüyorlar mı? Eğer süre 45 dakikaya inerse, yapımcıların, yıldız oyunculara bölüm başına verdiği parayı hatrı sayılır oranda indireceğini biliyorlar mı? Biliyorlarsa helal olsun, ama devranın yine aynı şekilde döneceğini düşünüyorlarsa yanılıyorlar. Çünkü hepimiz, iki dakikalık bir sahne için gerekli olan tükenmez kaleme bile yapımcının para ödemediğini, sponsorlarla işi hallettiğini biliyoruz. Kaldı ki reklam payı düştüğü halde, oyuncularına 40-50 bin saçsın...
Eylem güzel. Seslerin yükselmesi daha da güzel. Ama, pankartı ters tutan Sinem Kobal yerine, gerçekten bu mesleğe yıllarını vermiş, yine de hala hak ettiği yaşam kalitesini elde edememiş bir set emekçisi çıksaydı kürsüye, daha iyi olmaz mıydı?
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

14 Aralık 2010 Salı

"Her şeyden biraz" insanı

Twitter, Facebook gibi sosyal paylaşım ağlarının, hayatımızda büyük değişiklikler yarattığı bir gerçek. Günlük konuşma dilimizi, beğenilerimizi, kendimizi ifade edişimizi, hatta belki de bu kuşağın, gelecek nesillere aktarımını bile etkileyen bir etken olduğu yadsınamaz. Herkesin, babasının çiftliği gibi cirit attığı bu siteler ve oralarda açılan profiller, aslında kendi 'marketing'imizi yapmamıza da fırsat sunuyor. Bir anda hepimiz blogger, computer engineer, amateur dentist, rallici, gurme, yaşam koçu, vahşi yaşam fotoğrafçısı ve evlilik danışmanı olabiliyoruz. Seçim yapmaksızın hem de, hepsi bir anda!
Açıkçası Türkiye'de birçok insanın Dunning-Kruger sendromundan muzdarip olduğunu düşünüyorum. Üniversite bitirmiş, aklı başında, okuyup yazan adam trafiğe çıktığında eli ayağına dolaşıp, ne yapacağını şaşırırken, ilkokul ikiden terk kamyon şoförü gevrek gülüşüyle magandalık yapıyorsa, bu böyledir. Tabii bu sendrom, günlük yaşantımızın her alanında kendini gösteriyor aslında. Okulda, iş yerlerinde ve birçok yerde...
Mesela Ömür Gedik. Alin Yaşçıyan varken, Gedik'in film eleştirmeni diye geçinmesini adaletsiz buluyorum. Bu öyle bir titr ki, plastik cerrahım demekle aynı şey gibi geliyor bana. (Sinema tv mezunu olmanın verdiği hassasiyet belki de) En nitelikli film eleştirisi "Hmm, Angelina Jolie'nin basenleri iri çıkmış ama film güzel" şeklinde olan bu popüler şahsiyet, neye dayanarak film eleştirmeni olduğunu iddia edebiliyor? Sinemayı sevmek, ya da çok film izlemek, bu sıfatı almayı hak etmeyi sağlar mı? Ben bir sinema tv mezunu olarak, hayatımda bir kez bile sinemacıyım demedim, diyemedim. Çünkü bunun, gerçek emektarlara hakaret olduğunun bilincindeyim. Film eleştirisi de yapmadım, çünkü bunun için Freud, Lacan ve Jung'un yalanıp yutulmuş olması gerektiğini, her şeyden öte üstün bir entelektüel birikim lazım geldiğini çok iyi biliyorum. Bunun yanında Umberto Eco, André Bazin gibi isimlerin kuramlarını ve göstergebilim bilmek, daha ziyade, tüm bu bilgileri, bir filmi okuyacak kadar harmanlayıp, analiz etmek gerektiğini de...
Gedik'i günah keçisi ilan etmek değil amacım, ondan yola çıkarak bu yazıyı yazdığım için örnek olarak da onu verdim. Yoksa o kadar emsal var ki... Ben bu kadar kendini bilmezlik içinde, Mahsun Kırmızıgül'ün "Bir Mahsun Kırmızıgül filmi" yerine, "Yazan - Yöneten: Mahsun Kırmızıgül" yazdırmasını büyük bir erdem olarak görüyorum. Kendisine yöneltilen eleştirilerde de itidalli olmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu iki söylemin, birbirinden ne kadar farklı olduğunu sinemayla ilgilenenler bilir.
Son söz olarak, eğer evimize çağırdığımız ustadan memnun kalmıyorsak, saçımızı yaptırdığımız kuaföre lanet yağdırıyorsak, karın boşluğumuzda unutulan gazlı bez bütün hayatımızı mahvediyorsa, işini sevmeyen, iyi yapamayan, her şeyden birazcık olan ve ihtisastan bihaber olan insanlar yüzündendir diyorum ve şimdi bir moda çekimine yetişmek, ardından binicilik dersi vermek üzere yola çıkıyorum.

www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

Şarkıları dağlara olan bir adamı aklamak

Hayatımda gri yoktur, ya siyah, ya da beyaz vardır. Ama Ahmet Kaya, hayatımdaki ender grilerden biri. Çünkü: Müziği bana hitap etmiyor, sesi de. Ama bir yandan protest müziğin Michael Jackson'ı olduğunu da biliyorum. Çünkü kuru kuru protest müzik yapmıyordu, şarkılarına, siyasi söylemlerini çok sanatsal bir şekilde yediriyordu. Ortaya hem derdi olan, hem estetik eserler çıkarıyordu haliyle. Evimizde de dinlenirdi, kasetleri ve bir CD'si vardı. Kulağım aşina yani.
1999'da cereyan eden MGD gecesini de net hatırlıyorum. Klasik bir Atatürkçü ailenin çocuğu olarak, içten içe hayal kırıklığına uğramıştım, eğer albümlerini dinliyor olsaydım, bırakırdım. Ama bizde dinlenmeye devam etti. Çünkü, onun şarkılarından bir Atatürkçü de anlam çıkarabilirdi, Kürdistan sevdalısı da...
Ama, şimdiki aklımla, Kaya'nın söylemlerinden dolayı linç edilmesini ne kadar yanlış buluyorsam, sevenlerinin son zamanlarda girdiği aklama çabasını da anlamsız buluyorum. "Ahmet Kaya, konserlerinde PKK sempatizanlığı yapmazdı", "Ahmet Kaya kimseye şerefsiz demedi", "Ahmet Kaya, 'Dağdaki adamın paraya ihtiyacı var' demedi" gibi haberleri samimiyetsiz ve gereksiz buluyorum. Çünkü Ahmet Kaya zaten ülküsü için müzik yapan bir insandı. Yani Kürtlerin, şimdi elde ettiği hakları, o zaman elde etmeleri gerektiğini söylediği için hain ilan edilmişti. Bağımsız Kürdistan isteğinin olduğu da su götürmez bir gerçek. Peki, bizzat yakınlarının tüm bu idealleri yalanlaması, yok sayması neden? Madem karşımızda, resmi ideolojiyle derdi olmayan, sadece müzik sevdalısı olan bir adam varsa, Ahmet Kaya'nın sıradan bir türkücüden farkı ne? Şarkılarım dağlara derken, dağ çileklerini mi kastediyordu?
Dediğim gibi, Ahmet Kaya'nın saçma sapan nedenlerle adının çamura bulanması kadar, bu aklama işinden de bir şey anlamıyorum. Madem bir Ahmet Kaya var oldu, daha doğrusu kendini var etti, izin verin de sevecek olan, olduğu gibi sevsin.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

9 Aralık 2010 Perşembe

Aile nedir?

Geçtiğimiz ay, Antalya'da düzenlenen "Din, Gelenek ve Modernite Bağlamında Bir Değer Olarak Aile" konferansında Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, yine çok tartışılacak şeyler söyledi. Daha önce de bir çok gaffa imza atan Bakan, bu sefer eşcinselliği resmen bir hastalık olarak nitelendirdi ve ailenin varlığını tehdit eden unsurlardan ensestle yan yana andı. (Büyük ihtimalle, mecburi olarak karşı cinsiyle evlenen eşcinselleri bilmiyor, Sn. Kavaf) Halbuki önceki homofobik açıklamalarında bütün LGBTT topluluklarınca topa tutulmuş, hakkında söylenmedik kalmamıştı. Demek bu protestolardan ya haberi olmamış, ya da kulak erdı etmiş kendisi.
Geçtiğimiz günlerde NTV Soruyor programında da konferansta tartışılan başlıklar masaya yatırıldı. Ağzım açık izledim desem abartmış olmam, çünkü eşcinsellik, konuk psikiyatrlardan biri tarafından tedavi edilebilir olarak bahsediliyordu. Berideki, bunun bir tercih olduğunu söylüyordu. Yani bilim insanı diye geçinenler, yıllardır tıp literatüründeki gelişim, değişimleri takip etmiyordu. Bir bakıma Ortaçağ zihniyetiyle mesleklerini icra ediyorlardı. Ne var ki Wikipedia vasıtasıyla yapılacak küçük bir araştırmayla, şu satırlara rahatlıkla ulaşılabiliyor: Amerikan Psikiyatri Kurumu, 1973 yılında eşcinselliği, "Akıl Hastalıkları Teşhis ve İstatistikleri Klavuzu"ndan çıkarmıştır. 1 Ocak 1993 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü (WHO) eşcinselliği "Uluslararası Hastalıklar Sınıflandırması"ndan çıkarmıştır.
Bunun yanında, aile denen kavram altında tartışılacak o kadar konu varken, salt homoseksüellikle uğraşılması da, ne kadar ilkel bir toplumda yaşadığımızın en büyük kanıtı. Ensest, aile içi şiddet, kızların başlık parası karşılığında alınıp satılması, imam nikahı, kuma, tecavüz gibi onlarca konu başlığı varken hem de...
Türkiye gibi konservatif ülkelerin yumuşak karnıdır aile. Her halt yenir, ama aile adı altında bir güzel hasır altı edilir. Cinselliğin bastırıldığı, ayıp, günah diye korku unsuru haline getirildiği coğrafyalarda kurulan aileler de diğer her şey gibi sakat oluyor haliyle. Çünkü insanlar bireyleşemiyor, cinselliğini keşfedemiyor, keşfetse de yaşayamıyor, yaşasa da eline yüzüne bulaştırıyor. Nereden baksanız sakat!
Bu konferansta vurgulanan hiçbir madde, aile denen olgunun sağlıklı gelişimine, muhafazasına falan yarayacak nitelikte değil. Tam tersine, içine kapalılığı, gelenekselliği, farklılığı görmezden gelmeyi körükleyen maddeler bunlar. Hele ki kadınlar için hiçbir pozitif madde yok neredeyse. Bunun yerine kürtaj tü kaka gösterilmiş. Yani kocasının tecavüzüne bile uğrasa (gayrı meşru ilişkiyi falan karıştırmıyorum bile, fazla lüks) o ilişkiden doğacak çocuğu doğurmama hakkı yok kadının. Sakat doğum tespit edildiğinde ise adı kader, doğuracaksın. Zira, vazifen bu!
Bu söylemler anca, resmi ideolojinin yaratmaya çalıştığı birey prototipinin geliştirilmesine ve yaygınlaştırılmasına yarar. Kızının erginleşmesini dört gözle bekleyen sapık baba, karısına tecavüz eden ilkel kocaya parmak dahi sallamaz.
Ailenin yüceltilmesinin, özellikle son yıllarda altının sıklıkla çizilmesinin altındaki nedenlere de değinmek gerekir. Programda yapılan tespitlerden biri, ailenin, serbest piyasa ekonomisinin işine gelen bir kavram olduğuydu. (ABD'de, 50'li 60'lı yıllarda yayınlanan televizyon reklamlarının yarısından fazlası ev kadınlarını hedef alıyordu. Çünkü çalışmıyorlar, sadece tüketiyorlardı) Bunun yanında, kol kırılır yen içinde kalır düsturunun en belirgin örnekleri ailede görülüyor. Bireyken, canla başla hakkını arayabilecek olan kişi, ailesi söz konusu olduğunda susmak zorunda kalabiliyor. Bu da, 'örnek toplum' manzarasını tamamlıyor. Devlet, istediği insan profilini bu sayede daha rahat yaratıyor.
Türkiye gibi modernizmi tam olarak yaşayamamış toplumlarda, aile daha da önemli hale geliyor. Kırsaldan kente ailesiyle göçenler, yine ailesiyle adapte olmaya çalışıyor, çoğunlukla tutunamıyor ve suç oranı artıyor. "Gurbet eller"de kötü yola düşmemek için var gücüyle birbirlerine sarılsalar da, yaşadıkları sosyo ekonomik şok, değerlerini yitirmelerine yol açıyor. Olsa olsa, konferansta bahsedilen düşman modernite; budur.
Diyeceğim o ki, aile toplumun temelidir, kabul. Ama sırf kurmuş olmak için aile kurulmaz. Üç çocuklu aile, daha çok aile olmaz. Siz eşcinselleri tehdit unsuru olarak görürken, köyünde, karısını uyuttuktan sonra kızının yanında biten insan müsveddeleri pislik saçmaya devam ediyor. Ekonomik özgürlüğünü eline almış, evlilik dışı çocuğunu doğurup, nice aileden daha hakkıyla bakan - yahut kürtaj olan, hemcinsiyle ilişki yaşayıp, kimsenin çocuğunu kuytularda kıstırmayan vatandaşlarla uğraşana kadar, o kadar sorun var ki Sayın Bakan!
Başlıktaki soruya gelirsek, bence günümüzde aile denen kavram, her türlü çer çöpün içine tıkıldığı süslü bir hediye pakedi, dogmalarımız da üzerindeki fiyonk.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

7 Aralık 2010 Salı

Şu avatar meselesi...

Hafta sonu, Facebook'ta, çocuk istismarına karşı avatarların bir gün boyunca çizgi film kahramanlarıyla değiştirilmesine ilişkin bir kampanya daveti gördüm. Elbette, bunu yaparak dünya üzerindeki çocuk istismarlarının tak diye kesilmeyeceğini ben de biliyordum fakat katılmakta bir beis görmedim. Hatta hoşuma bile gitti; herkesin avatarının rengarenk, çocukluk kahramanlarımızla donatılması. Tabii mesele burada bitmedi. Avatarını değiştirenlerle değiştirmeyenler arasında laf dalaşları, hakaretleşmeler başladı. Böyle yaparak çocuk istismarı mı önlenirmiş, hepimiz sürünün parçasıymışız, bla bla bla... Bunu ne kadar yanlış buluyorsam, avatarını değiştirenlerin, değiştirmeyenleri duyarsızlıkla itham etmesini de yanlış buluyorum. Sosyal alemdeki kampanyalara ulvi amaçlar yüklemekten daha saçma bir şey olamaz. Olsa olsa, bu sembolik eylemlerle ortak bir bilinç yaratılabilir, o da olmazsa mesele gündeme getirilebilir, çözüm yolları tartışılabilir. Ama biz içeriğe değil, biçime takılı bir millet olduğumuz için çocuk istismarından çok, bu uygulamayı konuştuk.
Hatta ertesi gün "Sakın profillerinizi çizgi film avatarı yapmayın, pedofiller bu yöntemle çocuklara daha kolay ulaşmaya çalışıyorlar" gibi bir deli saçması ortaya çıktı. Bundan daha abes bir şey olamaz. Bir kere bu sapık sujemiz, gözüne kestirdiği çocuğu kandırmak istiyorsa, böyle büyük çaplı bir kampanya başlatmasına gerek yok. Sadece kendi avatarını değiştirerek, adını da "Bieber Boy" yaparak en az 50 çocuğu kandırabilir. Bu bir. Bunun yanında geçtiğimiz baharda patlak veren Siirt rezaletiyle ilgili bir sürü 'gerçek' kampanya yapıldı. T.C. kimlik no'larımız, isimlerimiz buralara yazıldı, dijital imzalar atıldı. Sonuç nedir? Hala neden ses yok? Öyle görünüyor ki bu da; tıpkı avatar değiştirme kampanyası gibi dişe tırnağa dokunur bir sonuç getirmedi. Lafla peynir gemisi yürümezcilerden birinin sonuca ulaştığı gün ben yaptığımdan utanacağım ve profil resmimi değiştirdiğim için özür dileyeceğim. Tabii önce hakaret eden duyarlı vatandaşlarımız özür diledikten sonra.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

25 Kasım 2010 Perşembe

İllegal albüm indirmek vs. kedi çalmak

Başlık biraz garip oldu ama benim uydurmam değil. Zira Sıla'nın Twitter hesabından yazdığı bir tweet'ten esinlenerek yazdım. "Konuşmadığımız Şeyler" var albümünü çıkaran sanatçı, albümünü internetten indirenlere hitaben şöyle bir şey yazmış: Efendiler! Ha evimden kedimi çalmışsınız, ha internetten albümümü illegal! Daha da kuracak cümlem yok size! Biraz öfkeli, biraz da sitemkar bir ileti. Söylemekte haklı mı? Yerden göğe kadar. Ama iş, sadece bu kısımdan ibaret değil.
Geçtiğimiz günlerde Orhan Gencebay da benzer bir şeyler söyledi ve "Türk halkından utanıyorum" gibi bir çıkışta bulundu. Bu daha keskin ve tepki çekecek türden bir söylemdi. Netekim çekti. Sözlükler ardı ardına Gencebay hakkında yazılarla doldu, illegal müzik indirenler üstüne alındı ama müzik yapımcıları ve yorumcular, acaba hiç özeleştiri yaptılar mı, bilmiyorum.
Öncelikle, Türkiye'de neden illegal müziğin bu kadar revaçta olduğunu biraz irdeleyelim. İlk etken tabii ki ekonomik. (Fakir edebiyatı yapmak değil amacım, ama gerçek bu) Eskiden 90'lık kasetlere çekilirdi arkadaştan alınan orijinal kasetler. Kalan tarafına da daha az sevilen bir sanatçının lokomotif şarkısı kaydedilir, çoğunlukla bant yetmez ve yarıda kalırdı. Sonra korsan kaset ve CD akımı başladı. Köşe başında bunları alenen satanlar, ya da seri üretimini yapanlar gırla gidiyordu. Zabıta ekipleri topladıkları illegal ürünleri, sokağın ortasına dağ gibi yığıp, kamyonla üstünden geçiyordu. Bir işe yarıyor muydu? Hiç sanmam. Derken hayatımıza internet girdi, şarkılar tek tıkla, hiçbir ücret ödemeden bilgisayarımıza inmeye başladı. İşin bu noktasında sanatçılar kesinlikle haklı. Aylarca stüdyoda çalış, kafa patlat, emek ver, para yatır, sonra birileri senin 1 yıllık çalışmanın ürününü 10 dakikada indirsin. Kim olsa kızar. Ama madalyonun bir de öbür tarafı var. Yabancı albümler 19.90 ile 30 lira arasında değişirken, yerli albümlerin 15-20 liraya satılması gerçekten abes. Bir kere bize, bu paraya değecek müzikalitede ürün sunan sanatçı sayısı 5'i geçmez. Hadi bunu yok sayalım, değse bile, internetten indirmek varken, kimse gidip o albümü satın almaz. Kimler alır peki? O sanatçının koyu hayranları, koleksiyonerler, kartonet hastaları (benim gibi), fotoğraflara bakmayı, şarkı sözlerini okumayı seven fiziksel CD fetişistleri ve internetten müzik indirmeyi vicdanen doğru bulmayanlar. Asgari ücretin 600 küsur lira olduğu bir ülkede illegal müziğe rağbet olmasına şaşırmamalı. Bunun yerine albüm fiyatlarında revizyona gidilmeli, en azından jewel case denen, bildiğimiz CD kutularında değil, ön ve arka kapaktan oluşan bir zarf içinde sunularak, ekonomik edisyon adı altında piyasaya çıkarılmalı. Böylece maliyetten kısılacak ve isteyen kitapçıklı albümü alacak, isteyen zarflı albümü... Bundan başka, tıpkı bazı yabancı şarkıcıların yaptığı gibi, sadece internette yayınlanmak üzere şarkılar yapılıp, cüzi miktarlara indirme imkanı sunulmalı. Sanırım bunun ilk örneklerinden birini eski Kargo elemanlarından Koray ve Serkan yaptı. Yani çözüm üretmeden şikayet etmenin bir faydası yok. Ne siteleri kapattırarak, ne de bu sitelerden müzik indiren bir kurban seçip 22 yıl hapis cezası vererek bu iş halledilebilir.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

18 Kasım 2010 Perşembe

Geç kalmış bir kurban yazısı

Malumunuz, şu sıralar kurban bayramını idrak ediyoruz milletçe. Kimimiz bir ay boyunca tıka basa yiyeceği kavurmaların hayaliyle yanıp tutuşurken, kimimiz bu tabloya olanca gücüyle karşı çıkıp, bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Ben ikinci gruptanım. Öncelikle bu karşı çıkışı da kendi içinde ayırmak gerekli bence. Çünkü ne zaman bir kurban tartışması açılsa, kurbancı taraf, karşısındakinin argümanını hiçe sayarak, Doğudaki örenleri ziyaret eden turistlere ezbere metin okuyan çocuklar gibi bütün bildiklerini saymaya başlıyor.
Efendim, öncelikle bu karşı çıkan grubu da alt başlıklara ayıralım:
a) Et yiyenler, ve fakat, Tanrı için hayvan kurban edilmesine karşı çıkanlar.
b) Hiçbir şekilde hayvansal besin tüketmeyenler, her türlü hayvanın kurban edilmesine karşı çıkanlar.
Açıkçası b şıkkı, bu tür tartışmalarda alnı ak çıkması en garanti şık. Çünkü "Etleri lüp lüp yiyon, sonra da moderenlik taslıyon" vb. suçlamalara maruz kalmıyorlar.
Öncelikle, et yiyen bir insan da pekala hayvansever olabilir. Vejetaryen olmaması, onun bu hakkını elinden almaz. Onun savunduğu; modern kesim teknikleri varken, mis gibi kasaplarda satılmak üzere, otomatik kesim ve paketleme makinelerinde, insan tenine, türlü çeşit pis yere değmeden işlenen ve tüketilmeye hazır hale getirilen etler varken, hala ilkel kabileler gibi topluca hayvan katletmenin yanlış olduğudur. Çünkü bu yöntemin, bir şaman adetinin günümüze uzantısı olduğunun farkındadır, öyle olmasa bile, zamanında bu amelin, ticari, komünal ya da sosyal gerekçeler sebebiyle insanlara ibadet olarak belletildiğini bilir. Hal böyle olunca da kurban kesmeye gayet tabii karşı çıkma hakkını kendinde görebilir. Akşama mis gibi pirzolayı afiyetle yiyeceğini bilse de!
Gelelim b şıkkına. Bu şıktan insanların vegan olanlarını anlayamadığım gibi, ekolojik sebeplere vejetaryenliği seçenleri anlayabiliyor ve saygı duyuyorum. Onlar, dünyanın kaldırabileceğinden fazla hayvan yetiştirilmesinin, çevreyi ve dünyanın geleceğini nasıl olumsuz etkilediğini, bir büyükbaş hayvanın dışkısının yıllar boyu nasıl sera etkisi yaptığını bilir ve sadece onlara acıdığı için değil, bilinçli bir doğa düşkünü olduğu için bu hayatı seçer. Aynı zamanda bu hayvanların yine haddinden fazla üretilip, tüketilmesinin besin zincirini nasıl olumsuz etkilediğini, adeta domino taşları gibi, dönüp dolaşıp kabağın Afrikalı çocukların başında patladığını da bilir. Çünkü bu etler fakirlere gitmez bilindiği üzere, yine koca popolu obezlerin midesine iner, bir yandan da kapitalizmi besler. Amma... Hayvanlara yazık oluyor diyen vejetaryenlerin yarısının evinde mutlaka kedi, köpek vardır. Bunlar otla beslenmiyor ya? Et yiyor hayvan. O halde bu argümanın desteksiz, çift yüzlü (iki yüzlü demedim bak) ve oynak bir havası olduğunu hepimiz anladık, değil mi?
Hayvan kesilmesine karşı olmayanların diğer bir söylemi de "Fakir fukara et yiyecek ama". Külliyen yalan. Belki kasabalarda ve bazı taşra bölgelerde böyledir ama metropollerde herkes kendi çalıp, kendi oynuyor. Fakir yine akşama menemen yiyor, bunu da bilin.
Gelelim Tanrı'nın kurbanı, gerçekten fakir fukara et yesin diye yollayıp yollamadığına. Şu yazıda her şey olduğu gibi belirtilmiş, müsaadenizle linkini yazıyorum: Kan Akıtma Yoluyla İbadetin Dindeki Yeri Burada da okuyacağınız üzere, kutsal kitaplarda kurban, muhtaçların boğazından bir lokma et geçsin diye değil, Tanrı kan istediği için ibadet haline gelmiştir. Bu söylemi de attık bir kenara.
Elimizde kalanlara bakarsak, bütün hayvanların yaşama hakkına saygı duymamız gerektiğini bir kenara not etmeliyiz öncelikle. Dindar da olsak, ateist de olsak. Bunun yanında etin, insan beslenmesindeki önemini de unutmamalıyız. Özellikle gelişim çağındaki çocuklar ve 0 kan grubuna dahil olanlar için... Ve artık ibadetlerin günümüze ayak uydurması, sosyal paylaşım adına daha yararlı hale getirilmesi için hepimiz çaba sarf etmeliyiz. Asgari ücretle 6 çocuğa bakan komşumuzun, o etleri saklayacak bir buzdolabı bile yoktur belki. Halbuki bunun yerine o kurbanın parasını versek onlara, isterse et alsın, isterse çocuğuna mont alsın, isterse kirasını ödesin. Ama anlatamazsınız ki, Tanrı kan istiyor. Laf üstüne laf olmaz, haşa. Yine de hatırlatayım: Lösemili Çocuklar Vakfı
Hepimize iyi bayramlar.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

18 Ekim 2010 Pazartesi

Herkes mazlum, zalim nerede peki?

Herkes birilerinden ya da gördüğü kötü muamelelerden, uğradığı haksızlıklardan dem vuruyor. Hayatın sillesi hep onları vuruyormuş, hep onlar adaletsizliğe uğruyormuş, kendileri ak kaşıkmış gibi sürekli bir şikayet içindeler. Tamam, herkes mazlum. Peki zalimler nerede? Cevabı az sonra.
Bugün sanatçı Reyhan Karaca'nın kardeşi Fatih vefat etti. Mekanı cennet olsun. Bir süredir tedavi görüyordu ve Karaca da, belki iç dökmek, belki art arda gelen soru yağmuruna toplu cevap olması maksadıyla bilgilendirme tweetleri atıyordu. Buraya kadar her şey normal. Ama sanatçının tanımadığı, hiçbir hukukunun olmadığı insanlar, 'sen' diye hitap edip, bu durumu eleştiriyor, lakayıt bir tavırla, böyle kötü bir vaziyetteyken hala nasıl tweet atabildiğini sorguluyor, kimi zaman reklam yapmakla itham ediyordu. Zaten derdi başından aşkın birine yapılacak en kötü şey her halde budur. Kendisi kimseye hesap vermek durumunda olmadığı gibi, bu dışavurumla pekala bir rahatlama sağlıyor ve acısını hafifletiyor olabilir. Kimi derdini dağlara taşlara haykırmak ister, kimi de içine kapanır, çıtı çıkmaz.
Sadede gelecek olursak; çalışma arkadaşlarımız da, okul arkadaşlarımız da, akrabalarımız da, sosyal paylaşım sitelerindeki tanıdık tanımadık 'friend'lerimiz de hep adaletsizliğe uğradıklarından şikayet ediyorlar ve zalimlere lanet okuyorlar demiştik ya, bilmiyorlar ki o zalimlerden biri de ta kendileri.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

29 Eylül 2010 Çarşamba

Geleceğin liderine öğütler

Bir kaç gün önce bir gazetede "Çocuğunuzdan lider yaratma yolları" gibi bir yazı okudum ve içimden geçen ilk cümle "Dünyanın dibine kibrit suyu sıkacak bir birey daha yetiştirmek aman ne marifet!" oldu. Elbette bir çocuğa kendini koruması, ezilmeden ve ezmeden hakkını araması gibi özellikler erken yaşta öğretilmeli ama bu klasik insan kaynakları eki manşetli yazıda, çocuklara daha küçücük yaşlarda hayatın gerçek yüzünü göstermeyi salık veren ucube maddeler yer alıyordu. Yahu el kadar yavrucak henüz PlayDoh oyun hamurundan uğur böceği yapmanın, patates baskının (hala varsa) zevkine varamadan akranlarıyla derin bir rekabete girecek, piranha dişleri erkenden bilenecek. Zaten eğitim sistemi de bunu öngörmüyor mu? Daha kreşe giden çocuk dersaneye yollanıyor. El insaf!
Ben de gelecek nesile bir mektup yazayım dedim. Gerçi dünya şimdi de pek iç açıcı değil ama, daha 'sağlam' liderlerimiz olsun istiyorsak, az sonra sayacağım maddeleri harfiyen uygulayın, ey ebeveynler. (Elindeki boş Bond çantasıyla konferans konferans gezen kişisel gelişimci simsar mode on)

-Her zaman ve her durumda haklı çıkmaya çalış. Haksız olsan dahi, haksızlığını öyle bir süsle ki, karşındaki kendini savunamasın.
-Bir sorumluluğu ilk sen alma, önce başkaları alsın. Duruma göre, karlı çıkacağını hissedersen, herkesten daha çok canla başla sorumluluğu al.
-Yaratıcı bir fikre rastlarsan "Neden ilk benim aklıma gelmedi ki" diye hayıflanma. O fikri al, alla pulla, bir kaç yenilik kat ve özgünmüş gibi sun. Hem fikrin esas sahibinin esamesi okunmaz, hem sen en önde olursun.
-Empati denen şey koca bir yalandır. Unutma ki; kendini yerine koyduğun ve bütün iyi niyetinle yaklaşmaya çalıştığın kişi, asla ve kat'a sana bu şekilde yaklaşmayacaktır.
-Güçlü kimse onun yanında ol ama devran bir gün döner diye, güçlenmesi muhtemel olanları da elden bırakma. Nabza göre şerbet ver.
-Senin için olumlu olan bir şeyin, başka birinin çıkarlarıyla çatışmasına aldırma. Senden sonrası tufan!
-Sinsi ol. Beğenini de, eleştirini de kendine sakla. İkisinden de kısa sürede pişman olabilirsin.
-Affetme ama affetmiş gibi yap. Ani bir kızgınlıkla söyleyeceğin devrik cümlelerini, 'o gün' takılmadan söylemek üzere sakla.
-Başkalarını suçlamaktan çekinme. İtham edici ya da suç unsuru oluşturacak bir durum olmadığı sürece küçük kabahatlerinin müsebbibi olarak daima başkasını göster.
-Yere çöp atanları uyarma. Ama sen de atma. Doğa falan için değil, ceza kesilebilir diye.
-Karma denen şey bir fiyaskodan ibarettir. Hayat sekülerdir ve termodinamiğin ikinci yasasına göre kötüler kazanır. Aksi iddia edilemez.

Nasıl ama? Bu maddelerle Microsoft'a CEO olmayacak çocuğu bana getirin. Dondurma ısmarlayacağım.

Yersen.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

28 Eylül 2010 Salı

İnsanları tanıyalım: Benim başım bağlı, sen derdine yaniens

Bugünkü insanları tanıyalım köşesinde ele aldığımız süjemiz, başlıkta da görüldüğü üzere 'benim başım bağlı, sen derdine yaniens' türü.
Türk örf ve adetlerine göre yetiştirilmiş, ananız babanız tarafından devamlı surette torun, düğün, nişan, hayırlı kısmet vb. anahtar kelimelerle taciz edilmişseniz, kaçınılmaz sonunuz evlilik olur. Hele okul biter, erkekler için askerlik aradan çıkarılırsa, evlenecek kısmet yoksa bile uydurulur, gerekirse bilgisayar programında yaratılır (mübalağaya gel) falan... Tabii herkes yelkenleri bu kadar çabuk suya indirmiyor, dişleri dökülmeye başlayana, idrar tutmakta zorlanılan yaşa kadar inatla 'single' takılmayı düşünenler de var. Ben ikinci grupta yer alan biri olarak şimdi 'benim başım bağlı, sen derdine yaniens'leri ele alacağım. Bu tür, genelde erken yaşlarda evlenir. Kızlar, henüz akıllarını Haribo'nun zancefilli şekerlerinden ve Keremcem'den, erkekler ise Avril Lavigne posterlerinden kurtaramamışken gerçek hayatla yüzleşme zamanı gelir de çatar. Eğer okuldan kalma bir flört varsa iş ilerletilir, ailelerle tanışılır. Yoksa da bulunur. Aileler anlaşır, çiftler geleceğe dair ciddi hayaller kurmaya başlarsa ilk olarak Facebook bundan etkilenir, profillerin yanında aniden narrr gibi bir kalp belirir: "In a relationship". Sonra yavaş yavaş fotoğraflar düşmeye başlar. Galata Kulesi'nde, Üsküdar'da, Huzur Aile Çay Bahçesi gibi yerlerde çekilmiş ters ışıklı, silüetten ibaret fotolar için ısrarla arkadaşlardan 'like' istenir. Yapmayan zaten silinir.
Artık nişan zamanıdır. Destigül Fotoğrafçılık'ta çekilmiş, fonunda Niagara Şelalesi olan baygın bakışlı fotoğraflar itinayla sanal aleme yayılır. Çok geçmeden de düğün zamanı gelir. Artık paintle hazırlanmış davetiyelere arkadaş 'tag'leme vaktidir. Tag'lenmeyenlere ise şu denmek istenmektedir: "Biz düşündük, taşındık. Aile kurduğumuzda seni aramızda görmek istemiyoruz, ayy bilmiyorum... Güven vermiosun yha". Diğer bir anlamı da "Düğünde altın takıcak paran olduğunu hiç sanmıyoruz, boşuna pasta israfı olmasın. Kırılma, oq?"tur. Davetiyenin altında 132421 adet yorum vardır. Düğün yapılmış, artık profilleri tek başlık altında toplama zamanı gelmiştir. "Dilruba Mehmet Ali Düldüloğlu" gibi android isimlerle oluşturulan profillere yazarken kime hitap edeceğinizi bilemezsiniz. "Düğüne gidemedim, bari mesaj atayım" diye düşünmek yapılacak en aptalca şeydir. Çünkü onlara, sizi 'ignore' etme fırsatı verirsiniz: Size asla yanıt gelmeyecektir. Art arda yaptığınız 'like'lar bile kar etmeyecektir, ki bu ölümcül bir işarettir. Artık onlar evlidir ve sadece evlilere yanıt yazarlar. Bekarlar potansiyel yuva bozucu ve zinakarlardır. Nikahtan tam 9 ay 10 gün sonra "Dilemma Tuana dooduuuuu" iletisiyle nur topu gibi (aslında suda 5 saat beklemiş el ayası gibi) bir bebeklerinin olduğunu anlamanızla Edit Friends'ten gerekli işlemi yapmanız 3 saniye sürer. O saniyeden sonra bekar, zinakar ve potansiyel nifak tohumu yaşamınıza gönül rahatlığıyla devam edebilirsiniz. Sevgiler.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

22 Eylül 2010 Çarşamba

Tek tip askerlik: 'Öteki'nin intikamı


Neredeyse 4 yıldır efsane halinde dilden dile dolaşan kısa dönem askerliğin kalkması ve sürenin herkes için eşit olması söylentisi çok yakında gerçek olacak gibi. Halen, bu tür söylentilerin, tecillileri kışlaya kuzu kuzu getirtmek amacıyla ortaya çıkarıldığını düşünen iyimserler olsa da bu sefer iş ciddi görünüyor. Fakülte mezunlarının 12 ay yedek subay yahut 6 ay er olarak kısa dönem askerlik yapma haklarının ellerinden alınıp, üniversite mezunu olmayanlarla aynı sürede, er olarak vatani görevlerini yerine getirmesi şeklinde gerçekleştirilecek olan tek tip askerlik uygulaması, şimdiden gençleri ikiye böldü bile. Ömrünün en az 4 yılını (hazırlık okumadan veya hiç kalmadan) fakülte sıralarında geçiren ve hayata 25 yaşından önce atılamayan okumuşların feryadı az da olsa duyulmaya başlarken, askerliklerinin 3 veya 6 ay kısalacağı haberleriyle umutlanan uzun dönemler ise durumdan memnun. Zaten basın da olayı kısa dönemlerin değil, uzun dönemlerin tarafından verip duruyor; askerlik uzayacak değil, kısalacak deniyor.
Sosyal paylaşım ağlarında, internet gazetelerinin haber yorumlarında örgütlenen fakülte mezunu gençlerin haklı olarak tedirginlikleri var. Kimi iş bulabilmiş, dönünce koltuğunun yerinde yeller eseceğini biliyor ve korkuyor, kimi hala iş bulamamış ve öğrenim kredisini nasıl ödeyeceğini kara kara düşünüyor. Diğer yandan liseyi bitirir bitirmez askere giden kesim daha şanslı gibi görünüyor. Zira hem yaşları genç, hem de asker dönüşü, branş gözetmeksizin her türlü alanda kariyer yapabilecek imkanları hali hazırda var. Bu durumda gerçekten üniversite mezunları mağdur durumda. Bu kararın sebebi hakkında bir çok söylenti var. Başta iktidarın oy kaygısı, TSK'nın baskınlığını yeniden hissettirme ve güç kazanma amacı, profesyonel askerlik öncesi radikal bir düzenleme yapılması gibi gibi... Ama akla en makul gelmeyeni; eğitimli insanın iş gücünden daha fazla yararlanabilme söylemi. Bunlar işin teknik yanları. Benim takıldığım nokta ise farklı. Ülke her konuda olduğu gibi bunda da ikiye bölündü. "Amma heterojen milletiz" dedim içimden bugün yine. Alt kültürün gururunu okşamak hep işe yaramıştır zaten, ama bu durum farklı sosyo-ekonomik kitleler arasındaki gizli nefreti de ayyuka çıkardı. Forumlarda, gruplarda tek tip askerliğe karşı çıkanların devamlı tekrarladığı bir şey var: Uzun dönemlerin süresi kısalsın ama bizimki aynı, yani 6 ay kalsın. Beri yandan uzun dönem yapmış yahut yapacak olanların sürekli tekrarladıkları şey ise aynen şu: Sizi gidi korkak vatan hainleri. Bana mı okudun, okumasaydın! Sen de eşek gibi 12 ay yapacan! Bunda nefret sezmeyen insanı Pollyanna'nın kralı ilan ederim ben. Adam kendi terhisinin erken olacağına sevinmiyor, yine 'karşı' tarafın süresine takıyor. Neden? O, okumamış. İçten içe eksik hissediyor, tepki duyuyor. Belki bütün okuyanların zengin olduğunu sanıyor ama bilmiyor ki gerçekten hevesli olan, bursla, krediyle, günde 2 öğün yiyerek de okuyabiliyor! Herkesin, kendinden farklı olana duyduğu nefret, kin de böylece açığa çıkıyor.
Velhasıl kelam yine ikiye bölündük ve yine aylar sürecek bir terane bizi bekliyor. Umarım iki tarafı da memnun edecek bir sonuç çıkar da herkes derin bir oh çeker.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

26 Haziran 2010 Cumartesi

Ne inkar, ne itiraf... Bu yalnızca sitem

"Sözlerin büyük, yüreğin küçük. Yanlışların çok, doğruların yok. Kendine göre şanslısın ama bana göre zavallısın" Bu sözler bana ait değil; Google'a "sitem sözleri" yazınca çıkıyor. Daha bin tane emsali var bunun gibi internette, forumlarda. Sevgiliye, arkadaşa ayar çekmek için hazır sözler bile var günümüzde yani.
Uzun zamandır arayıp soruşmadığınız bir arkadaşınıza tesadüfen rastladığınızda ilk söz genelde şu olur: "Nerelerdeydin hayırsız? Ne aramak var, ne sormak..." Onlara aynen şöyle deyin: "Sen arasaydın o zaman!" Ben genelde böyle diyorum, suratlarının aldığı ifadeyi tahmin edebilirsiniz. Dudaklarının kenarında eğreti bir kıvrım, hafif kısılmış, yaş dolu gözlerle olay mahalini terk ediyorlar böyle karşılık verince.
Sitem olayını hiç anlamam zaten. Sitem edecek kadar yüzün olabilmeli her şeyden önce. Diğer türlüsü pişkinlikten başka bir şey değil. Eminim siz de rastlıyorsunuzdur orada burada korkunç Türkçeleriyle, şarkılardan, dizi repliklerinden alıntı sitem sözleri söyleyen, yazan insanlara. Kadın, erkek hiç fark etmez, ben onlara "drama queen" diyorum. Hep ağlak, hep sorunlu, hep müşkül gibi durmanın alemi ne! Hep bir kendine acıma, hep bir ilgi isteği... Hayır yani, hayat Demet Akalın'ın şarkı sözlerindeki gibi değil ki. Böyle bir koy poposuna rahvan gitsincilik, takmıyormuş gibi yapıp dilinden bir türlü düşürmemeler.... Bergen bile daha cool'du vallahi billahi.

Şimdi siz okurlarıma son sözüm:

Hayhatta hichßir shéyh aqLaMayha dhéqMéz, dhéqéN zatéN aqLatMaz. AqLarqhéN ßashiNi dhiqh tut qhi q0zyhashLariNi shéNi aqLataN qhadhar achitMashiN.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

21 Haziran 2010 Pazartesi

Namazında, niyazında insan olmak

Anadolu insanında yerleşik bir deyimdir bu namazında, niyazında olmak. Bir insanın Allah korkusu olduğunu, harama el sürmeyeceğini belirtmek için kullanılır. Ama artık günümüzde pastalamaktan katman katman olmuş kusurları örtmek için, ikincil bir karakter yaratmak için kullanılır oldu. Televizyonlardaki reality show'larda, karısını öldürdüğü şüphesiyle aranan adam için "namazına, niyazında" denmeye başladı. Eğer popülist bir sanatçıysanız, kokain, fuhuş gibi imajınızı yerle bir edecek badirelerden sonra ilk toparlanma cümlesi haline geldi. Beyaz gömlek giyip, Allah kolyesi taktıktan sonra "Bilenler bilir, ben söylemem kimseye ama beş vakit namazımı kılarım. Orucumu tutarım" demek en büyük kurtarıcı oldu. Yani din, iman gibi halk için kutsal olan değerlerin akan suları durdurduğunun farkında olan tilkiler, bunları ağızlarında sakız yaptılar.
Bunda kuşkusuz ki 2002'den beri süregelen değişimler, dinin geçer akçe olması, paranın el değiştirmesi, küçük burjuvaların ortaya çıkmasının da etkisi var tabii ama bu ikiyüzlülük Anadolu'nun genlerinde bulunan bir özellik. Bir insan elinde şarap varsa linç edilir, ama kimse bilmez onun dört duvar arasında neler yaptığını, niyetinin ne olduğunu... Bu toprakların tek tük muhalif seslerinden olan Ömer Hayyam'lar, Neyzen Tevfik'lerin de en büyük derdi bu önyargılar, topyeküncülük, ucuz ahlakçılık değil miydi zaten?
İşte bu topraklar gerçek dostlarını görmez, onlara çektiririrz elimizden geldiğince. Ama şeyhler hep el üstündedir. Çıkıntılık yapan köylü tü kaka olur.
Bugün de öyle birini kaybettik. Hayatı, Türkan Saylan gibi mücadeleyle geçmiş, ölümü göze alarak yazmış, çizmiş birini... İlhan Selçuk, bugün öğlen saatlerinde hayatını kaybetti. Ömrünün son zamanlarında yaşadığı haksızlık içini kemirmiş besbelli, dostlarının anlattığı kadarıyla. Kim bilir, belki de mutlak sonunun hızlı gelmesine yol açtı tüm bunlar.
Tam da bu kritik dönemeçte keşke herkes gerçek dostunu, düşmanını anlasa, popülist söylemler yerine akli tespitler ve çözümler sunan insanlara değer versek, "ehh entel de amma konuştu" demeden... Tartışma programlarında el kol sallaya sallaya, haykırarak konuşan adam haklı olmasa hep keşke... Sessiz, sakin konuşan, kendini, sistemdeki sorunları nesnel olarak eleştirmesini bilen insana da hak verebilsek biraz. Laik, dinci, liberal yaftalarına körü körüne bağlı kalıp gerçekleri kaçırmasak... "Çıkıntı"lara biraz daha destek versek, belki daha çabuk düzlüğe çıkılır, belli mi olur?

İlhan Selçuk'a rahmet diliyorum.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

15 Haziran 2010 Salı

İnsanları tanıyalım: Milenyum kızları

İnsanları Tanıyalım köşemi çok boşladığımın farkındayım. Bu seferki sujemiz "Milenyum Kızları". Geniş kapsamlı bir başlık çünkü her kız türü için ayrı başlık açmanın gereksiz olduğu kanısına varıp tek kalemde işi bitirmek istedim. Buyrun efendim.

Audrey Hepburn kızı: Sanal profillerinde "Tiffany'de Kahvaltı" filminden karakterlere ait isimlerle boy gösterip, avatar olarak da melül bakışlı aktrisin en sevimli siyah-beyaz fotoğraflarından birini kullanan bu kızlar, orta yaş krizinin eşiğindedir. Asabidirler ve "Özgür kız Nil" tavırları üzerlerinde eğreti durur. Aşk hayatları karmaşıktır ve sanal ortamda umursamaz takılsalar da niyetleri diğer tüm kategorideki kızlar gibi münasip bir koca bulmaktır. Kim bilir, belki de kendilerini bir gün gerçek kimlikleriyle görmemizin formülü budur.

Sex And The City kızı: Bu grup, üniversite kazanıp Anadolu'nun bağrından metropolün kucağına düşenler ve doğuştan metropollü olanlar olmak üzere ikiye ayrılır. İlkine mensup olanlar; aile baskısından kurtulmanın verdiği heyecan ve istekle kabak çiçeği gibi açılır. Tek gecelik ilişki yaşamanın bireysel özgürlük olduğuna kendilerini zorla inandırıp, bir gün onunla bir gün bununla gezerler. Okul bitip memlekete dönünce ivedilikle Haydar Dümen'e bir mektup yazılır ve alınan öğütle birlikte kızlık zarı diktirmek üzere doktorun yolu tutulur. Artık o meçli, ugg botlu, Çin malı iPhone'lu kızdan eser kalmamıştır. Çok geçmeden, iki taraftan lüle lüle sarkan zülüfleri ve dekoltesi ekstra bir aksesuarla kapatılmış gelinlikleriyle mahalle fotoğrafçısının vitrininde arzı endam ederler.

Doğuştan metropollü olanlarsa görece daha aklıselimdir. Özel yaşamlarını aynı hızda yaşasalar da erkeklere eyvallahları daha azdır. Umursamazlık en büyük silahlarıdır. Partnerlerinin Mercedes yerine Lada Samara'sı varsa, kendilerini okulun önüne kadar bırakmasını istemezler. Vakıf üniversitesinden mezun olanları, babalarının kurduğu güzellik salonu, bebek butiği ya da spa merkezi gibi yerlerde patroniçe olurlar. Özel sektörde yer edinenleriyse, CV'lerine 17 dil bildiklerini yazmaları ve güzellikleri sayesinde yer ederler. Rahim ağzı kanseriyle ilgili haberler korkulu rüyalarıdır.

"Yine terk edildim yha" kızı: Bu kızlar kasaba, nahiye ve benzeri yerlerde yetişen, bir şekilde oradan çıkmayı başaramamış, ergenliğiyle yetişkinliği arasındaki köprüyü sağlıklı kuramamış gruptandır. Genelde liseye kadar okuyup en yakın BİM'de işe başlarlar. Şansları yaver giderse belediyenin beyaz masasında görev alır ya da tayyör giyebilecekleri bir başka masa başı işinde çalışırlar. Facebook profillerinde yeğenlerinin salyaları akarken çekilmiş fotoğrafları vardır. Albümü geriye doğru incelerseniz, çocuğun doğumundan itibaren kronolojik olarak foroğrafların yüklendiğini görebilirsiniz. Her fotoğrafın altında "Cnmm yhaa choq dadlıııı", "Yherimm seniiii BeNN" gibi tüyleri diken diken eden eş-dost yorumları vardır. Yarım saatte bir "EbRu YasHar - sEviYorum SenNi - PAYLASSHH", "YılDısS TiLLBee - Chabuk OLaLım Ashqim", "Dj TiEsStO- Kop koP KOp" gibi videolar paylaşırlar. İçinden kan damlayan gül resmi ve altında copy-paste bir Cezmi Ersöz şiiriyse bütün aşk yaşamlarının özetidir. Arada bir kazara Can Yücel şiiri paylaşılsa da aldanılmamalıdır. Onlara göre bütün erkekler zalim, acımasız ve zamparadır. Kendileri ise hep terk edilmeye mahkum "drama queen".
Bir kaç başarısız denemeden sonra hayatlarının erkeğini bulup evlenirler ve 3 ay gibi kısa bir sürede 160 kiloya çıkarlar. Facebook profilleri de sonsuza dek ölüm sessizliğine gömülür.

"Çok şekilim kanka" kızı: Bu kızların mutlaka Canon EOS fotoğraf makinesi vardır ve erkek arkadaşlarından nasıl HDR yapılacağını öğrenirler. Saçları iki haftada bir patlıcan moru, şarabi pembe ve çivit mavisi arasında gidip gelir. Orealle renk açmaktan harap olunca da sıfıra vurdururlar. "Saçlar kesilmişken feminist takılayım, ziyan olmasın" düşüncesi hakimdir. Deviantart profillerinde meme, pipi, makro çekim göz bebeği, deforme edilmiş Tim Burton çizimleri ve benzeri grotesk eserler bulunur. Ergenlik asiliğini üzerlerinden atamamışlardır. Köstebek gibi alternatif yerlerden ya da Taksim pasajlarından pötikareli, baskılı t-shirtler ve çantalar satın alırlar. Mango, Zara gibi yerlerden giyinen kızlara mütemadiyen sinsi ve aşağılayıcı bakışlar fırlatılır. Cihangir, Firuzağa, Asmalımescit gibi yerler favorileridir. Evlerinin duvarlarında Bob Marley posteri, kütüphanelerinde hiç ellenmemiş Trevanian romanları ve raflarında korsan Tim Burton DVD'leri bulunur. Hayatın gerçekleriyle ilk karşılaştıkları ve gardlarını düşürdükleri dönüm noktasıysa, binbir türlü direnme, açık öğretim hilesi ve antimilitarist söylemler arasında apar topar askere gitmek zorunda olan sevgililerinin yemin törenine katıldıkları gündür.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

12 Haziran 2010 Cumartesi

Dadıysan nefes almaya bile hakkın yok!

Bugün, Hürriyet yazarı Sibel Arna'nın "Dokuz aylık bebekle mavi yolculuk" başlıklı yazısını okuyunca tabiri caizse ağzım açık kaldı. Arna, özel bir tekneyle çıktığı tatile 9 aylık bebeği ve onun dadısını da götürmüş, dadının deniz, kum ve güneş karşısında duyduğu insani isteklerden rahatsız olup bir güzel döktürmüş.
Bu olay kendisini o kadar rahatsız etmiş ki, tatil dönüşü İstanbul'daki dostlarından duyduğu "haddini bilmez dadı" hikayelerini de arka arkaya sıralamış. Sonlara doğru ise işi iyice şiddete vardırmış.
Klasik Beyaz Türk davranışları! Hizmetçiysen insan değilsin, çaycıysan varla yok arasında bir varlık olmalısın, dadıysan billur gibi suyun çağrısına karşı koyup, etrafına bile bakmadan işini göreceksin.

Esra Ceyhan'ın bir sözü vardı: "Hizmetçilerinizi güzel kadınlardan seçmeyin!" Meali: Kocalarınızı elinizden alırlar, ortada kalırsınız. Yani: Eğitimsiz, mesleği olmayan ama hayatını idame ettirmek zorunda olan güzel kadınlar, yapılabilecek en olağan ve vasıfsız iş olan hizmetçiliği yapamayacaklar. Ne olacak peki? Cevabı basit: Bedenlerini pazarlayacaklar. Sonra o güzel kadınlar canlı yayınlara bağlanacak, "Fahişelik yapıyorum, lütfen yardım edin" deyince Ceyhan tarafından "A! Ne ayıp. Canlı yayında böyle kelimeler kullanamazsınız. İlla kullanacaksanız 'Hayatın sillesini yemiş mağdur kadınım' deyin" şeklinde ahlak dersi verilip, "İş mi yok? Gider tuvalet temizler insan" şeklindeki son nasihatle cila vurulduktan sonra apar topar yayından alınacaklar. Bu da tipik orta sınıf kafası.
Aynı şekilde Hakkı Devrim, Medya Kralı'nda "Bir gün çaycının biri bana 'Nasılsınız Hakkı Bey?' diye sordu. Bazen öyle haddini bilmezler çıkıyor" gibisinden bir söz etmiş ve beni şaşkına çevirmişti. Adab-ı muaşeret ustası Devrim, aynı adabı çaycılara gösteremiyor olmalı.
O zaman neymiş? Çalışmanın ayıbı olmazmış. Ama çaycıysan, temizlikçiysen insan gibi muamele görmek de hakkın değilmiş. Git bana bir çay getir şimdi!
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

22 Mart 2010 Pazartesi

Kader nedir sahi?

Geçtiğimiz günlerde efsanevi sanatçı Edith Piaf'ın hayatını anlatan "La Mome" (Kaldırım Serçesi) isimli filmi izledim. Açıkçası aklımda canlanan Piaf portresinden oldukça farklı bir kimlik çıktı karşıma. Belki de Candan Erçetin'in edinilmiş frankofonluğunun da katkısı vardı bu bilinçdışı yarattığım imajda ama gerçek Edith Piaf gayet esprili, bunun yanında oldukça melankolik, duygularını dibine kadar yaşayan ve alt sosyo-ekonomik tabakadan gelen biriydi. Erçetin gibi yatılı okulda değil, bir genelevde geçirmişti çocukluğunun bir bölümünü ve bu ikisi arasında, tutkuyla titreşen tiz bir sesten öte bir benzerlik yoktu benim için an itibariyle. (Kendisinin neden ve nasıl Piaf'la özdeşleştiğini anlamak güç bu noktada) Ben daha çok Sezen Aksu'yla özdeşleştirdim Piaf'ı yer yer. Bunun ilk sebebi ikisinin de lakabıydı elbette. Aksu "Minik Serçe" olarak, Piaf ise "Kaldırım Serçesi" olarak anılıyordu. Hatta, Piaf'a verilen ilk isim "Minik Serçe" idi ama daha önce kullanıldığından, prodüktörü tarafından tercih edilmemişti. Yani ilk benzerlik buradan. Diğer benzerlikse tabii ki iki sanatçının da kendi devrinde büyük yankı uyandırması. Tutkulu aşkları, bu aşkların eserlerine yansıması ve daha bir çok benzerlik. Film boyunca tüm bunlar aklımdan geçerken, Piaf'ın hayatında en sevdiği erkeği bir uçak kazasında kaybetmesiyle resmen sarsıldığımı itiraf etmeliyim. Sizin de bildiğiniz üzere, Aksu'nun hem özel hem sanat hayatında çok önemli bir yer tutan müzisyen Onno Tunç da 1996 yılında, özel uçağıyla geçirdiği bir kazada hayatını kaybetmişti. Filmden sonra aklımda hala soru işaretleri vardı. "İsim kaderdir" gibi milenyum safsatalarına çok fazla inanmasam da bu "kader çizgisi ortaklığı"nı ilk olarak lakaplarına bağladım. Tam iki gün sonra bir internet sitesinde gezinirken rastladığım fotoğrafsa ekran karşısında donup kalmama sebep oldu. Aksu'nun eski bir fotoğrafı. Büyük ihtimalle ilk 45'liklerini çıkardığı senelerden kalma... Ve elinde "Kaldırım Serçesi" isimli, Piaf'ın hayatını anlatan bir kitap! Buyurun burdan yakın! Sizce de çok fazla değil mi? Kauntum, sicim teorisi, zamanın göreceliliği, paralel evrenler derken sahiden düşünce gücü insanın kaderini değiştirebilir mi? Yani Aksu, kendini hayatı boyunca Piaf'la özdeşleştirmiş ve tüm bu benzerlikleri düşünce gücüyle yaratmış olabilir mi? Çok mitsel bir fikir ama üzerine düşünüp, çıkarımlar yapmakta da bir mahsur yok. Hatta merak uyandırıcı bile diyebiliriz.
Her ihtimale karşı biz yine iyi düşünelim, iyi olsun.

www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

9 Mart 2010 Salı

Yonca Evcimik röportajı

Türk Pop Müziği deyince aklınıza gelen ilk beş isim kim desem, ilk üçte mutlaka Yonca Evcimik bulunur. Çünkü pop müziği pop müzik yapan, ilkleri deneyebilme cesaretini gösteren ve Seyyal Taner’den sonra sahneyi adeta bir oyun alanına çevirebilme yeteneğine sahip nadir sanatçılardan biridir Yonca Evcimik. “Showgirl” kavramını, o zamana dek dansla müziğin bileşimini sadece yabancı sanatçılardan görmeye alışık Türk halkına tanıtmak, Şahin Özer gibi, 80’ler boyunca arabeski beslemiş ve bundan beslenmiş bir yapımcıyı böylesi radikal girişimlere ikna etmek kolay olmasa gerek. Bu yüzden Yonca Evcimik, her anlamda devrimci olmayı başarmış ve 90’lar boyunca pop müzikte tutunan isimlerin önünü açmıştır.

Benim kişisel Yonca Evcimik tarihimse herkesinkinin aksine 1991 tarihli, artık efsaneleşmiş Abone’yle değil, 1993 tarihli Kendine Gel’le başlar. Annemle birlikte Unkapanı’ndan rica minnet aldığımız Sezen Aksu’nun Gülümse posterinin kazara yırtılması, benim akabinde saatlerce ağlamam ve ablamın bir koşu Kendine Gel albümünü alıp elime tutuşturarak feryadımı dindirmesiyle…

O saatten sonra da dönüşü olmadı zaten. Top Pop dergisinden resimlerini kesmeler, kartpostallarını biriktirmeler, Yonca Evcimik ’94 çıktığında, harçlık biriktirip alana kadar kasetçinin önünde vitrini seyretmeler ve klibi yayınlandığında ekrana kilitlenmeler… O artık bir fenomendi, ne yapsa gazetelere çıkıyordu. Bir kadın sanatçı tarafından daha önce dile getirilmemiş sözler söylüyor, belki de seksin sadece bir erkek söylemi olmadığını da böylece kanıtlıyordu. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in şahitlik yaptığı nikahında altı tayttan oluşan bir gelinlik giyerek kendisine yakıştırılan çılgın sıfatını da perçinliyordu. Tıpkı gerçek bir starın olması gerektiği gibi.

İşte o zaman bana bir gün Yonca Evcimik’le röportaj yapacağımı söyleseler asla inanmazdım. Ama şimdi o an gerçekleşiyor.

Aslında bu röportajı, kişisel Yonca Evcimik tarihimi taçlandırmak için bir fırsat olarak gördüm başlarda ama sonra okuyucuların bunu umursamayacağını düşündüm ve sadece giriş metninde sizinle ilgili duygularımı anlattım. Ve şimdi soruyorum; dışarıdan baktığınızda siz de yarattığınız bu Yonca Evcimik portresinden etkileniyor musunuz?

Sizin de yukarıda yazdığınız gibi özgeçmişe göz attığımda bu kadar cesaretli olabildiğim için kendimi kutluyorum. Her şeyden öte bu duygularla, bu birikimle dünyaya gelindiğine inandığımdan tüm bu radikal değişimleri yapmak üzere aracı olduğumu düşünüyorum. Dolayısıyla önemli olan benim değil bunları fark eden kitlelerin etkilenmesi -ki bunda başarılı olduğumu düşünüyorum.

Tiyatral yeteneğinizi ilk ne zaman fark ettiniz? Aileniz tarafından yönlendirildiniz mi yoksa klasik başkaldırı hikayeleri yaşandı mı?

Ailem tarafından fark edildi, ancak o dönemlerde konservatuara girmek deveye hendek atlatmaktan çok daha zordu. Çünkü binlerce yetenekli çocuğun arasından fark edilmek çok kolay değildi. Bu yüzden başkaldırı yaşanmak zorundaydı. İlkokuldaki dans hocam ve bilumum velilerin ısrarıyla ve tabi ki benim tükenmek bilmeyen azmimle konservatuar imtihanlarına girmeye annemi ikna ettim. Mimar Sinan Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuarı Bale Bölümü öğrencisi olmakla başladı kariyer yolculuğu. Tiyatroya geçişim de 1979'da Şan Tiyatrosu müzikalleriyle hayat buldu.

Siz de odasına kapanıp ABBA, Madonna, Michael Jackson dinleyip hayallere dalanlardan mıydınız?

Hayır, ben Orhan Gencebay, Bee Gees, Barbara Streisand dinleyen konservatuar bale öğrencisiydim. Bütün bunları hayal ettiğim dönemde Michael Jackson bile Jacksons 5'la birlikte "One Day In Your Life" adlı şarkıyı söylüyordu. O dönemlerde hatırladığım tek show yapan insan Rafaella Cara idi ve gerçekten beni tetikleyen o olmuştur.

Mimar Sinan mezunusunuz ve orası çok farklı bir disiplin. Yıllarca oyunlarda, müzikallerde rol aldınız, filmlerde oynadınız. Albüm yapmak sizin varmak istediğiniz bir ‘kızıl elma’, bir hedef miydi?

En başlarda iyi bir balerin olmakti hedefim, ancak müzikallerle tanıştıktan sonra bu hayatta gerçekten yapmak istediğimin sahne üstünde şarkı söylemek, dans etmek ve tiyatral yeteneğimi birleştirmek olduğuna karar verdim

Abone albümünün yapım öncesi aşamasını hep merak etmişimdir. Şahin Özer’le nasıl tanıştınız? İlk hangi şarkı yazıldı, stüdyoda ilk hangi şarkı okundu?

88-89 yıllarında Gülhane etkinliklerinde sunuculuk yapıyordum. Bu organizasyonları yapan Yasemin Saral benim için iki farklı plak şirketinden randevu aldı. Biri Şahin Özer'di. Yani Şahin Özer aslında benim seçimimdi. Fikrimi onunla paylaştığımda bana çok inanmamış olacak ki beni bir seneye yakın paspasında yatırdı ama sonunda onu ikna ettim ve olmayacak bir kontrata bile imza attım. Öyle veya böyle hedefime ulaşmıştım. Her şarkı büyük bir özenle hazırlandı, bana uygun, yani dans edebileceğim besteler hazırlanıp, üzerlerine yine bana ve zamana uygun sözler yazıldı. Hangisi önce bitti ve okundu inan ben de hatırlamıyorum, o dönemlerde yani ilk albümlerimde benimle çalışan müzisyenlerin çoğunu bugün tüm Türkiye tanıyor. Bakınız albüm kapakları.

Albümün bu kadar patlayacağını düşünmüş müydünüz?

İyi birşeyler olacağını hissediyordum, ancak 2.800.000 resmi satışı olabileceğini kimsenin düşünmüş veya hayal etmiş olduğunu zannetmiyorum

Ve Kendine Gel… Bu albüm de çok yenilikçi, müzikal anlamda doyurucu ve Abone’yi aratmayan bir yapımdı. Sonra Türkiye’nin ilk single’ı 8.15 Vapuru… Şimdilerde herkes tek şarkılık mini albümler piyasaya çıkarıyor. Sanki piyasanın bugünkü halini o zamandan görmüş gibisiniz.

Tabi o zamanki hedefim; içinde bulunduğum sektörü ileriye taşıyabilmekti, yani dünya standartlarına. O zamanki sistem şimdi bile dünyada devam etmekte. İki single ve sonra albüm. Ben 8.15'i yaptığımda single'ın henüz ne olduğu bilinmediğinden ve benden başka yapan da bulunmadığından dönemin bütün müzik dergilerinde single chart'ta üç ay kendi başıma bir numara olduğumu hatırlıyorum. Ama şimdi ne yazık ki değil iki single arkasından albüm yapılsın, tek şarkılık single'lar bile zor yapılabiliyor. Yani piyasanın bugünkü halini o zamandan gördüm de ne oldu?

Madonna’nın 1993’teki İstanbul konserinde Kenan Doğulu ile birlikte ön grup olarak sahne aldınız. Madonna ile bire bir tanıştınız mı? Ona albümlerinizi hediye ettiğiniz doğru mu?

Evet benim için çok önemli bir hareketti. Kendisinden önce yerel bir starın dahi sahne almasını istemediği, dolayısıyla da fazla dikkat çekmememiz söylendiğinden tedirgin birkaç saat geçirmiştim. Ancak korkunun ecele faydası yok; kuliste burun buruna geldik ve sahne aldığımızda da İnönü Stadını dolduran onbinlerce insanın reaksiyonunu duyunca sahne kenarına gelip, bizi izlediğini biliyorum. Daha sonra kendisine menajerlerim aracılığıyla cd'lerimi gönderdiğim doğrudur.

Yonca Evcimik ’94 albümünün çıkış şarkısı Bandıra Bandıra şimdi bile çok cesur görünen sözlere sahip. O zamanlar böyle bir şarkıyla çıkmaya çekindiniz mi, yoksa git gide muhafazakarlaşıyor muyuz?

Çekinmek bir yana yalvar yakar yaptırttığım bir şarkıdır o. Sanatta özgür olamazsanız bir yere varamazsınız.

Türkiye’de imaj çalışmasını bütünlüklü bir şekilde yapan ve belki de imaj kavramını ilk oturtanlardansınız. Benim en sevdiğim imajınız Bandıra Bandıra ve Hot For You. Sizinki hangisi?

Benim için hepsi çok önemli

Hot For You albümü de oldukça yenilikçiydi ve yurtdışına açılma girişiminizin ilk adımıydı. Neden gerisi gelmedi? Yabancı ülkelerin müzik sektörü dışa kapalı mı?

O dönemde bu albümü yaptığımız ortak yapım şirketleri sonuçtan çok mutlu oldular hatta Londra'da da bir prömiyer yapılmak üzere çalışmalara başlandı. Her ne olduysa (ki ben biliyorum bunun ne olduğunu) devamı gelemedi. Ben bu tür olayların politika ile ilgili olduğunu düşünmek istemiyorum.

1996 yılında Çıtır Kızlar ve Birkaç İyi Adam prodüksiyonlarına imza attınız. Yapımcılığa soyunmanızın sebebi neydi?

Genç insanlara yön vermek ve Türkiye'de eksik olan kategorileri tamamlamak.

1997’de ikinci single çalışması Yaşasın Kötülük ve 1998’de Günaha Davet… 8.15 Vapuru’ndaki peruğu saymazsak ilk defa bu albümde sizi koyu saçlı ve çok daha kadınsı bir imajla gördük. Fikir kimindi?

Her dönemde kendimi nasıl hissediyorsam öyle olmak istedim. Hayalimi Zeki Doğulu ve Bahar Korçan'la paylaştım ve gördüğünüz imaj çıktı ortaya.

Sezen Aksu’yla ortak kulvarlarda buluşmanız birçok sanatçıya göre oldukça geç oldu ama iyi oldu. Yakın gelecekte herhangi bir şarkı alışverişi söz konusu mu?

Olabilir, neden olmasın...

Ve 2001 Herkes Baksın Dalgasına… Yine provokatif bir isim ve ilginç bir imaj. Ama Universal Müzik’in attığı profesyonel olmayan adımlar ve nihayetinde şirketin batması albümün kaderini oldukça kötü etkiledi, değil mi?

Evet maalesef, ama şöyle güzel bir haberimiz var size; yanılmıyorsam Avrupa Müzik, Universal kataloğunu aldı ve tekrar gündeme getirecek albümleri.

2002’de en sevilen şarkılarınızın remixlerinden oluşan Yoncimix için Şahin Özer’le yeniden bir araya gelmeniz köprüleri kurma girişimi miydi?

Ne köprüsü? Şaka bir yana bizim köprülerimiz hiçbir zaman yıkılmadı ki tekrar kurulsun.

2004 Tarihli Aşka Hazır, 2005’te Oldu Gözlerim Doldu ve 2009’da Şöhret… Şöhret sanki biraz tanıtım eksikliğine kurban gitmiş gibi?

Belki de sizin dediğiniz doğrudur ama inanın tanıtım eksikliği ya da vs. iyi bir şarkının önüne geçemez. Bu demek değildir ki Şöhret albümü kötüydü, ama insanların beklentileri, duymak istedikleri daha farklıymış demek ki...

Yeni bir albüm çalışmasına başladınız. Bu albümde amatör müzisyenlere de yer vereceksiniz sanırım?

Evet bir şeyler yapmaya başladım ancak bu albüm mu olur yoksa single mı olur, bilemiyorum.

Biraz da özel hayat. Madonna’nın Türk dansçısı Yaman Okur Türkiye’ye geldiğinde sizi de evinizde ziyaret etti ve ertesi gün hemen aşk dedikoduları çıktı. Üstelik yayınladıkları fotoğraf da sizin Twitter profilinizden alınmıştı. Gerçekten aranızda elektriklenme oldu mu?

Onun adına bir şey söyleyemem ama ben bir Türk dansçının Madonna ile dans ediyor olmasından son derece etkilendim ve gururlandım.

Bugünlerde hangi müzikleri dinliyorsunuz? En son hangi albümü aldınız?

Duyduğum her şeyi (çünkü bazı şeyleri dinlediğim halde duyamayabiliyorum) dinlemeye ve anlamaya gayret ediyorum mesleğim gereği. En son Bedük albümü elime geçti

Yakın zamandaki projeleri sıralarsak?

Yoncimik (lisanslı ürünleri), müzik ve belki televizyon.

© Bu bir Tekke46 röportajıdır. İzinsiz alıntı yapılamaz, başka bir yazılı medyada yayımlanamaz.

www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

23 Şubat 2010 Salı

İnsanları tanıyalım: "Koca da yaparım kariyer de girl"

Eveeettt... (Siz de cümleye evet'le başlayanlardan hazzetmeyenlerdenseniz şimdiden okumayı yarıda kesebilirsiniz)
İnsanları tanıyalım köşemizin ilk konukları bildiğiniz üzere "Nargile kafe boy"lardı. Bu seferki konuğumuz ise "Koca da yaparım, kariyer de girl"ler.
Aklınızda beliren şu soruyu duyar gibiyim: Neden "Çocuk da yaparım, kariyer de girl" değil? Çünkü bugün ele alacağımız "tür"ün en önemli övünç kaynakları kocalarıdır. Çocuklarsa, maun bir konsolun üstünü süsleyen kristal bir biblo olmaktan öteye gidemezler. Yani dekor amaçlı dünyaya getirilirler.
Öncelikle bu hanım kızlarımız evliliklerini çevrelerine göre geç bir yaşta yaparlar. Çünkü 27-28 yaşına kadar lisans, yüksek lisans, tercihan tanıdık bir profesörün yardımıyla yapılmış dandik bir doktorayla ilk gençliklerinin büyük bir bölümünü farkında olmadan harcarlar. Bu zaman harcamayı tahsille değil de, iş tecrübesi adı altında yurtdışında sürtmekle, yahut anne-babaya sattırılan bir kaç araba/evin parasıyla o takı kursu benim, bu stilistlik kursu senin gezmekle gerçekleştirenleri de vardır.
Bunlar işi gücü ele alıp, para kazanıp hayat gailesini yarılayınca kafalarına evlenmeleri gerektiği dank eder. Küçük çevrede yetişen cinsleri, bekaretini kaybetmemiş olabilir. Kaybedenler ise bu durumu kurbanlarına, "Çok uzun bir nişanlılık dönemi geçirdim, çok güvenmiştim sevgilimmm" yalanıyla yutturabilir.
Bu türün can hıraş yuva kurma telaşını, akranlarının çeyiz düzüp, Evkur'dan 3.500 liraya aldığı, yarı fiyatına beyaz eşya hediyeli oturma ve yatak odası grubunun kurdelesi üstünde fotoğraflarını sosyal paylaşım sitelerine koyması tetikleyebilir. Bu fotoğrafları "like" yaparlar ama bir yandan tırnaklarını yerken!
Müstakbel koca genellikle iş yerinden bulunur, o da olmazsa hatrı sayılır bir akrabanın güvenilir, "geleceği olan", temiz yüzlü tanıdığı şipşak ayarlanır. Koca adayı kılıbık olmalıdır ki söz konusu "tür"ümüz alışveriş için zırt pırt para istediğinde isyan edemesin, "Al karıcığım" deyip tomarları avucuna saysın, boşanırlarsa "çocuğumuzun geleceği" adı altında dona paçaya varana kadar kasalar boşaltılabilsin...
Bu türe mensup kadınlarımız evlendikten kısa bir süre sonra hemen hamile kalır ki kaba tabirle adamı kendine bağlasın. Eğer hayat standardı her zaman düşlediği noktadaysa çalışmayı da bırakır, o tur senin, bu tur benim gezerler.
Ev işi yapmaktan nefret ederler ama domestik görünmek için, arkadaşlarına asla gündelikçi çağırmadıklarını, bütün işi kendilerinin hallettiğini söylerler.
"Koca da yaparım kariyer de girl", gün içinde büyük alışveriş merkezlerinde, Bebek sahilinde ya da kayınpederlerinin Silivri'deki çiftliğinde görülebilirler.
Evlenene kadar "evlilik" lafını duymaktan nefret ettikleri halde evlendikten sonra bekar arkadaşlarına evlenmeleri yönünde baskı yapmaktan, sık sık konu hakkında sorular sorarak bir nevi taciz etmekten çekinmezler. Bunun altmetni "Ne o, yoksa seni alan çıkmadı mı kıııız"dır.
Kocalarının terfi etmesi ya da CEO olması onları herkesten çok sevindirebilir çünkü onlar kocalarının titriyle yaşarlar. "Bilmem ne holdingin genel müdürünün karısı..." diye bahsedilmek onlara koymaz.
Gelelim bu türün günlük hayattaki hal ve tavırlarına. Bebelerini pusete koyup fıldır fıldır gezmeyi çok severler. Hamileyken karınlarını okşayıp, penguen edasıyla yürürken yanlarından geçen kadınları süzmek gibi, doğum sonrasına sirayet eden hastalıklı tutumlarından biridir bu... Sanki bir tek onlar doğuruyormuş gibi!
Alışveriş merkezlerinde pusetle gezmek, onlar için neredeyse ayrıcalıktır. Çocuksuz kadınlara yukarıdan bakmak suretiyle hafiften omuz atılır. Yürüyen merdivenlerde ya da asansörde güzelce rica etmek yerine kalabalığı yararak ilerlenir. Alışveriş yapılan mağazanın tezgahtar kızı gaflette bulunup bebeği sevmeye kalkarsa, denenen kıyafet derhal yerine bırakılır ve ani bir manevrayla puset başka yere yönlendirilir. Bunun altmetni ise; "Hem tezgahtarsın hem de çocuğumu sevmeye kalkışıyorsun, paçozz"dur.
Ailedeki diğer gelinlerle veya eltilerle hep süren gizli bir sürtüşme vardır. Eğer Nilay'a kurutma makinesi alındıysa mutlaka onlara da alınmalıdır.
Çocuk okul çağına geldiğinde, kamburu çıkan, saçları dökülen ve sesi iyice çıkmaz olan "aile reisi"yle birlikte bütün özel okullar gezilir, en pahalısı seçilir. Zavallı çocuğun başarısı onun başarısı, başarısızlığı ise çocuğun olur.
Zavallı koca bir gün işini kaybeder ya da holdingi iflas ederse boşanmak için bahaneler sıra sıra dizilir. Kılıbık kocanın elinde kalan son parası da nafaka diye zimmete geçirildikten sonra yeni bir hayata yelken açılır. Beş kuruşsuz kalan eski koca ise 55'ini göremeden kanserden ölür.
Sonuç: "Koca da yaparım kariyer de girl"ler, erkeklerin katiyetle uzak durması gereken bir türdür. Tabii bir ömür törpüsüyle yaşamak gibi bir fantaziniz yoksa. Bu türün kız arkadaşları ise her daim dikkatli olmalı, sivri dillerine ve ortaya çıkmak için fırsat kollayan kibirlerine karşı sinirlerini sağlam tutmalıdırlar.


www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip