Finale gelirsek, kitaptan çok da ayrı bir final olamazdı. Birkaç küçük değişiklikle, zaten olması gereken oldu. Trabzon'a tren yoluyla gitme detayı hariç (aktarma varsa bile cümle içinde belirtilmeliydi), kararında bir finaldi. Benim takık olduğum asıl husus ise dizi için yapılan tutarsız yorumlar. Bunların başında dizinin çok uzun sürmesi geliyor. Aslında belki de iki sezonda bitirilebilecek bir yapımın bu kadar sündürülmesinin suçlusu senaristler ya da oyuncular değil, yapımcıdır. Kimse gürül gürül akan bir çeşmeyi durup dururken kapatmaz. Diğer bir eleştiren kesimse asla izlemediğini söylüyor ama bütün bölümleri biliyor, Türk toplumunun geri kalmışlığını bu diziye yüklüyor... Öncelikle bir toplumun gelişmişliği dizilerinin kalitesiyle ölçülmez. Yani bir yapım, bir ülkeyi geri bırakmaz. O dizi olmasa da o ülke zaten geriyse geridir. Ha, bir diziyle hiçbir toplum da kalkınmaz. Çünkü bunlar arz talep meselesidir ve dolayısıyla halkın beğenileri yükseldikçe, kendisine sunulan yapımlar da o doğrultuda gelişecektir. Mesela Kartallar Yüksek Uçar dizisindeki gibi bir oyunculuk bugün sunulsa, gerçekçi bulunur ve izlenir mi? Sıradan bir izleyici bile izlediği kurmacada gerçeklik duygusunu arıyor, çünkü yabancılaşmamak, içinde kaybolmak istiyor. Bu yönden ele alırsak Yaprak Dökümü oldukça başarılıydı. "Alt tarafı bir dizi, niye herkes ağlayıp kendini paralıyor?" eleştirisine de bir çift sözüm var: True to movie, yani film içinde gerçek diye bir kavram vardır. Öyle bir kurmaca hikaye yaratırsınız, içinde öyle bir mantık oturtursunuz ki, asla sorgulamazsınız ve gerçekliğine inanırsınız. Zaten o yüzden Matrix'i, Yüzüklerin Efendisi'ni izleyebildiniz bugüne kadar. Ha, ben afyon niyetine dizi izlemem diyorsanız, Brecht okuyun, Yeni Dalga filmleri izleyin. Son eleştirim de dizilerden gına geldi diyenlere: Artık 200 küsur kanal var elinizin altında. Tek kumandayla da ulaşılabiliyor. Yani sizi karıncayiyenlerin hayatını izlemekten kimse alıkoymuyor. (Bu kategorideki insanların performanslarını da yarışma programlarında görüyoruz ya, neyse) Sadede gelirsek, Yaprak Dökümü, İkinci Bahar ya da Süper Baba gibi efsanevi bir mertebeye ulaşamayacaksa da, gayet iyi bir prodüksiyondu. Yerine yenilerinin gelmesi dileğiyle. (Allah korusun demeyin bakiim!)
30 Aralık 2010 Perşembe
Yaradey yaraday: Bir efsanenin sonu
Bir efsanenin daha sonuna gelindi ve dört sezondur yayında olan Yaprak Dökümü dün gece itibariyle sona erdi. Rating canavarı yapımların senaristliğine imza atan Ece Yörenç ve Melek Gençoğlu'nun, Reşat Nuri Güntekin'in klasik eserinden uyarladığı yapım, Çarşamba gecelerini adeta parsellemişti. 2006 yılının Ağustos'unda teaser'ları döndüğünde çok izlenecek bir dizi olduğunu anlamıştım. Ama okulum dolayısıyla ilk iki sezonu yarım yamalak izleyebildim ve sadece son iki sezonu takip edebildim. Bence Türkiye'de yapılmış iyi uyarlamalardan biriydi ve sağlam bir dramaydı. Bunda senaryodan çok, oyuncuların profesyonelliğinin de etkisi büyük.
Twitter Takip
27 Aralık 2010 Pazartesi
Bir kariyer nasıl mahvedilir?
90'lar Türk popu deyince kaç tane isim sayılabilir ki? Aşkın Nur Yengi, Yonca Evcimik gibi isimlerin başı çektiği, koskoca bir on yıla damgasını vurmuş şarkılar, klipler, albümler silsilesi gelir gözümüzün önüne. Ne zaman o dönemlere adını altın harflerle yazdıran biri albüm çıkaracak olsa, küçüklük heyecanımla beklemeye koyulurum. "Acaba kapağı nasıl olacak?", "İlk klibi nasıl olacak?", "Şarkı vurucu olacak mı?" diye düşünürüm kendi kendime.
Twitter Takip
İşte yine, Aşkın Nur Yengi'nin yedi yıl aradan sonra albüm çıkaracağı haberiyle beklemeye koyulmuştum ki ilk haberler pek de iç açıcı gelmedi. Önce Petek Dinçöz'le tutuştuğu şarkı kavgası patlak verdi. Günay Çoban'a ait Yalnızın Biriyim (Beni Sorarsan) isimli şarkı, Yengi'nin iddialarına göre Dinçöz'e satıldıktan sonra kendisine verilmiş, paralar ödenmiş, stüdyoya girilmiş ama şarkıyı önceden satın alan Dinçöz durumdan haberdar olunca kıyamet kopmuş. Yengi önce ısrarcı davranmış ama yapımcısı Hüseyin Emre'nin böyle bir skandalın içinde olmayacağını açıkça belirtmesiyle şarkı Dinçöz'e teslim edilmiş.
Sezen Aksu'nun düğün hediyesi olarak verdiği Yasak Elmam'ın sözleri zaten 2007'den beri sanal alemde dolanıp duruyor. Gözümün Bebeği'nin ise nasıl bir şarkı olduğuna dair fikrimiz yok. (Yine Aksu'nun, 1995 yılında Sibel Tüzün'e verdiği aynı adlı şarkı olmadığını biliyoruz sadece. Onu da Ebru Gündeş okuyacakmış. Yani Aksu'nun gözbebekleri yarışacak.) Albümde iki de cover var. Biri, Kamuran Akkor'un yıllar önce okuduğu Bekleyenim Var isimli şarkı. Bu şarkı, 2003 yılında Yıldız Kaplan tarafından Arkadaş Kalalım ismiyle okunmuştu. Yani önyargımız kapı gibi duruyor. Diğer cover ise Atakan'ın söylediği Ayrı Gayrı. Şarkı, ilk söyleyeninin yorumuna göre değerlendirirsek vasat, Yengi albümündeki düzenlemesi ise Mustafa Ceceli'ye ait olduğu için biraz ümit vaat ediyor. Albümün geri kalanı tamamen Günay Çoban'a ait. Çıkış şarkısı Öpeyim Geçsin'e değinecek olursak; ilk dinlediğimde sonunu zor getirdiğimi söyleyebilirim. Yengi'nin 1999 tarihli Aşk Kazası'ndan sonra yaşadığı hızlı düşüşte en büyük pay, tabii ki şarkı seçimlerinin yanlış olmasındaydı. Sezen Aksu şarkıları joker olarak bir yerde tutulup, albümün geri kalanı palas pandıras tamamlanıp piyasaya sürülünce böyle hezimet oluyor işte. 2004 tarihli Yasemin Yağmurları'nda da Nazan Öncel'den medet umulmuştu. Ama albüm, Marşandiz'i neredeyse iflasın eşiğine getirmişti. 2007 tarihli 'en iyiler' albümü Aşk'ın Şarkıları'nda ise baba evine, yani Emre Plak'a döndü Yengi... Gözümün Bebeği de yine aynı şirketten, 5 Ocak günü piyasaya çıkacak.
Sürekli piyasanın bozuluşundan, şarkıların kalitesizliğinden yakınan bir sanatçının, daha nitelikli ve üzerine kafa patlatılmış işlerle dönmesini beklerdim. Bütün albümü dinledikten sonra yanılmış olduğumu görmeyi ve kendisinin hayranı olarak, bu albümden bir Hesap Ver, Kara Çiçeğim tadı almayı istiyorum ama çok şey beklediğimin farkındayım.
Öpeyim Geçsin'i buraya tıklayarak dinleyebilirsiniz.
26 Aralık 2010 Pazar
Kimin eylemi?
Türk televizyonları son on yılda dizilere teslim oldu. Ondan önce de diziler vardı tabii ama her sezon yıldızı parlayan iki ya da üç dizi olur, bunun yanında haftada bir yayınlanan televizyon filmleri çekilirdi. Artık hangi kanalda ne oynar, ne zaman oynar, takip edilemez hale geldi. Sektör kendini üçe, dörde katladı, reklam payları birçok kanalın ve yapımcının ağzını sulandırdı. Onlarca yapımcı köşeyi döndü, bazı yıldız sanatçıların bölüm başına 80 bin dolar aldığı bile dillendirildi. Ama değişmeyen tek bir şey vardı; o da şartları bir türlü insanileştirilmeyen set işçilerinin, yani o 120 dakikalık yapımların ekrana gelmesinde payı en büyük olan grubun kazandığı para, çalıştığı süreydi. Bazen tam bir gün durmaksızın çalıştılar, sigortaları yapılmadı, set kazalarına kurban gittiler, sağlıklarını yitirdiler. Nihayet sonunda "Yerli Dizi Yersiz Uzun" eylemi yapıldı, sesler yükseldi. Sendikalaşmak için birlik olmalı, tek yumruk haline gelmeliydi çünkü. Eylem günü televizyonda izlediğim kadarıyla oyuncuların birçoğu da oradaydı. Yıldız olanları da vardı, daha az tanınanları da... Bazı yapım şirketlerinin destek verdiği de belirtilmişti ama Medyapım ve Ayyapım gibi pastanın en kremalı tarafını yiyen iki şirketin, eylemi desteklemediği yazılıp çizilmişti. Açıkçası ben, eylemde oyuncuların ön planda olmasından fazlasıyla rahatsız oldum. Çünkü bu eylem; sesini duyuramayan, feryadı cevapsız kalan, yani, verdiği emeğin karşılığını alamayan işçilerindi... Halbuki oyuncular, belki 14-15 saat çalışsalar bile, yaşamlarını kaliteli bir şekilde idame ettirebilecekleri kadar ücretler alıyorlar. Üstelik emeklerinin tam da karşılığı kadar. Senaristler için de aynı durum söz konusu. Halbuki kamera arkasındakilerin durumu bu kadar iç açıcı değil. Belki, oyuncuların her mikrofona kafalarını uzatmasının sebebi, "Arkanızdayız, biz de sizin yanınızdayız" mesajını vermek olabilir. Şahsen ben bu kadar iyi niyetli değilim. Çünkü halk, bunun, set işçilerinin değil, oyuncuların eylemi olduğunu düşünebilir, "Cukkayı götürüyorsunuz, bir de şikayet ediyorsunuz" gibi negatif bir tepki çekebilir. Diğer yandan, acaba oyuncular, bu hiç de insani olmayan tabloda payları olduğunu düşünmüyorlar mı? Eğer süre 45 dakikaya inerse, yapımcıların, yıldız oyunculara bölüm başına verdiği parayı hatrı sayılır oranda indireceğini biliyorlar mı? Biliyorlarsa helal olsun, ama devranın yine aynı şekilde döneceğini düşünüyorlarsa yanılıyorlar. Çünkü hepimiz, iki dakikalık bir sahne için gerekli olan tükenmez kaleme bile yapımcının para ödemediğini, sponsorlarla işi hallettiğini biliyoruz. Kaldı ki reklam payı düştüğü halde, oyuncularına 40-50 bin saçsın...
Twitter Takip
Eylem güzel. Seslerin yükselmesi daha da güzel. Ama, pankartı ters tutan Sinem Kobal yerine, gerçekten bu mesleğe yıllarını vermiş, yine de hala hak ettiği yaşam kalitesini elde edememiş bir set emekçisi çıksaydı kürsüye, daha iyi olmaz mıydı?
14 Aralık 2010 Salı
"Her şeyden biraz" insanı
Twitter, Facebook gibi sosyal paylaşım ağlarının, hayatımızda büyük değişiklikler yarattığı bir gerçek. Günlük konuşma dilimizi, beğenilerimizi, kendimizi ifade edişimizi, hatta belki de bu kuşağın, gelecek nesillere aktarımını bile etkileyen bir etken olduğu yadsınamaz. Herkesin, babasının çiftliği gibi cirit attığı bu siteler ve oralarda açılan profiller, aslında kendi 'marketing'imizi yapmamıza da fırsat sunuyor. Bir anda hepimiz blogger, computer engineer, amateur dentist, rallici, gurme, yaşam koçu, vahşi yaşam fotoğrafçısı ve evlilik danışmanı olabiliyoruz. Seçim yapmaksızın hem de, hepsi bir anda!
Twitter Takip
Açıkçası Türkiye'de birçok insanın Dunning-Kruger sendromundan muzdarip olduğunu düşünüyorum. Üniversite bitirmiş, aklı başında, okuyup yazan adam trafiğe çıktığında eli ayağına dolaşıp, ne yapacağını şaşırırken, ilkokul ikiden terk kamyon şoförü gevrek gülüşüyle magandalık yapıyorsa, bu böyledir. Tabii bu sendrom, günlük yaşantımızın her alanında kendini gösteriyor aslında. Okulda, iş yerlerinde ve birçok yerde...
Mesela Ömür Gedik. Alin Yaşçıyan varken, Gedik'in film eleştirmeni diye geçinmesini adaletsiz buluyorum. Bu öyle bir titr ki, plastik cerrahım demekle aynı şey gibi geliyor bana. (Sinema tv mezunu olmanın verdiği hassasiyet belki de) En nitelikli film eleştirisi "Hmm, Angelina Jolie'nin basenleri iri çıkmış ama film güzel" şeklinde olan bu popüler şahsiyet, neye dayanarak film eleştirmeni olduğunu iddia edebiliyor? Sinemayı sevmek, ya da çok film izlemek, bu sıfatı almayı hak etmeyi sağlar mı? Ben bir sinema tv mezunu olarak, hayatımda bir kez bile sinemacıyım demedim, diyemedim. Çünkü bunun, gerçek emektarlara hakaret olduğunun bilincindeyim. Film eleştirisi de yapmadım, çünkü bunun için Freud, Lacan ve Jung'un yalanıp yutulmuş olması gerektiğini, her şeyden öte üstün bir entelektüel birikim lazım geldiğini çok iyi biliyorum. Bunun yanında Umberto Eco, André Bazin gibi isimlerin kuramlarını ve göstergebilim bilmek, daha ziyade, tüm bu bilgileri, bir filmi okuyacak kadar harmanlayıp, analiz etmek gerektiğini de...
Gedik'i günah keçisi ilan etmek değil amacım, ondan yola çıkarak bu yazıyı yazdığım için örnek olarak da onu verdim. Yoksa o kadar emsal var ki... Ben bu kadar kendini bilmezlik içinde, Mahsun Kırmızıgül'ün "Bir Mahsun Kırmızıgül filmi" yerine, "Yazan - Yöneten: Mahsun Kırmızıgül" yazdırmasını büyük bir erdem olarak görüyorum. Kendisine yöneltilen eleştirilerde de itidalli olmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu iki söylemin, birbirinden ne kadar farklı olduğunu sinemayla ilgilenenler bilir.
Son söz olarak, eğer evimize çağırdığımız ustadan memnun kalmıyorsak, saçımızı yaptırdığımız kuaföre lanet yağdırıyorsak, karın boşluğumuzda unutulan gazlı bez bütün hayatımızı mahvediyorsa, işini sevmeyen, iyi yapamayan, her şeyden birazcık olan ve ihtisastan bihaber olan insanlar yüzündendir diyorum ve şimdi bir moda çekimine yetişmek, ardından binicilik dersi vermek üzere yola çıkıyorum.
Şarkıları dağlara olan bir adamı aklamak
Hayatımda gri yoktur, ya siyah, ya da beyaz vardır. Ama Ahmet Kaya, hayatımdaki ender grilerden biri. Çünkü: Müziği bana hitap etmiyor, sesi de. Ama bir yandan protest müziğin Michael Jackson'ı olduğunu da biliyorum. Çünkü kuru kuru protest müzik yapmıyordu, şarkılarına, siyasi söylemlerini çok sanatsal bir şekilde yediriyordu. Ortaya hem derdi olan, hem estetik eserler çıkarıyordu haliyle. Evimizde de dinlenirdi, kasetleri ve bir CD'si vardı. Kulağım aşina yani.
Twitter Takip
1999'da cereyan eden MGD gecesini de net hatırlıyorum. Klasik bir Atatürkçü ailenin çocuğu olarak, içten içe hayal kırıklığına uğramıştım, eğer albümlerini dinliyor olsaydım, bırakırdım. Ama bizde dinlenmeye devam etti. Çünkü, onun şarkılarından bir Atatürkçü de anlam çıkarabilirdi, Kürdistan sevdalısı da...
Ama, şimdiki aklımla, Kaya'nın söylemlerinden dolayı linç edilmesini ne kadar yanlış buluyorsam, sevenlerinin son zamanlarda girdiği aklama çabasını da anlamsız buluyorum. "Ahmet Kaya, konserlerinde PKK sempatizanlığı yapmazdı", "Ahmet Kaya kimseye şerefsiz demedi", "Ahmet Kaya, 'Dağdaki adamın paraya ihtiyacı var' demedi" gibi haberleri samimiyetsiz ve gereksiz buluyorum. Çünkü Ahmet Kaya zaten ülküsü için müzik yapan bir insandı. Yani Kürtlerin, şimdi elde ettiği hakları, o zaman elde etmeleri gerektiğini söylediği için hain ilan edilmişti. Bağımsız Kürdistan isteğinin olduğu da su götürmez bir gerçek. Peki, bizzat yakınlarının tüm bu idealleri yalanlaması, yok sayması neden? Madem karşımızda, resmi ideolojiyle derdi olmayan, sadece müzik sevdalısı olan bir adam varsa, Ahmet Kaya'nın sıradan bir türkücüden farkı ne? Şarkılarım dağlara derken, dağ çileklerini mi kastediyordu?
Dediğim gibi, Ahmet Kaya'nın saçma sapan nedenlerle adının çamura bulanması kadar, bu aklama işinden de bir şey anlamıyorum. Madem bir Ahmet Kaya var oldu, daha doğrusu kendini var etti, izin verin de sevecek olan, olduğu gibi sevsin.
9 Aralık 2010 Perşembe
Aile nedir?
Geçtiğimiz ay, Antalya'da düzenlenen "Din, Gelenek ve Modernite Bağlamında Bir Değer Olarak Aile" konferansında Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, yine çok tartışılacak şeyler söyledi. Daha önce de bir çok gaffa imza atan Bakan, bu sefer eşcinselliği resmen bir hastalık olarak nitelendirdi ve ailenin varlığını tehdit eden unsurlardan ensestle yan yana andı. (Büyük ihtimalle, mecburi olarak karşı cinsiyle evlenen eşcinselleri bilmiyor, Sn. Kavaf) Halbuki önceki homofobik açıklamalarında bütün LGBTT topluluklarınca topa tutulmuş, hakkında söylenmedik kalmamıştı. Demek bu protestolardan ya haberi olmamış, ya da kulak erdı etmiş kendisi.
Twitter Takip
Geçtiğimiz günlerde NTV Soruyor programında da konferansta tartışılan başlıklar masaya yatırıldı. Ağzım açık izledim desem abartmış olmam, çünkü eşcinsellik, konuk psikiyatrlardan biri tarafından tedavi edilebilir olarak bahsediliyordu. Berideki, bunun bir tercih olduğunu söylüyordu. Yani bilim insanı diye geçinenler, yıllardır tıp literatüründeki gelişim, değişimleri takip etmiyordu. Bir bakıma Ortaçağ zihniyetiyle mesleklerini icra ediyorlardı. Ne var ki Wikipedia vasıtasıyla yapılacak küçük bir araştırmayla, şu satırlara rahatlıkla ulaşılabiliyor: Amerikan Psikiyatri Kurumu, 1973 yılında eşcinselliği, "Akıl Hastalıkları Teşhis ve İstatistikleri Klavuzu"ndan çıkarmıştır. 1 Ocak 1993 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü (WHO) eşcinselliği "Uluslararası Hastalıklar Sınıflandırması"ndan çıkarmıştır.
Bunun yanında, aile denen kavram altında tartışılacak o kadar konu varken, salt homoseksüellikle uğraşılması da, ne kadar ilkel bir toplumda yaşadığımızın en büyük kanıtı. Ensest, aile içi şiddet, kızların başlık parası karşılığında alınıp satılması, imam nikahı, kuma, tecavüz gibi onlarca konu başlığı varken hem de...
Türkiye gibi konservatif ülkelerin yumuşak karnıdır aile. Her halt yenir, ama aile adı altında bir güzel hasır altı edilir. Cinselliğin bastırıldığı, ayıp, günah diye korku unsuru haline getirildiği coğrafyalarda kurulan aileler de diğer her şey gibi sakat oluyor haliyle. Çünkü insanlar bireyleşemiyor, cinselliğini keşfedemiyor, keşfetse de yaşayamıyor, yaşasa da eline yüzüne bulaştırıyor. Nereden baksanız sakat!
Bu konferansta vurgulanan hiçbir madde, aile denen olgunun sağlıklı gelişimine, muhafazasına falan yarayacak nitelikte değil. Tam tersine, içine kapalılığı, gelenekselliği, farklılığı görmezden gelmeyi körükleyen maddeler bunlar. Hele ki kadınlar için hiçbir pozitif madde yok neredeyse. Bunun yerine kürtaj tü kaka gösterilmiş. Yani kocasının tecavüzüne bile uğrasa (gayrı meşru ilişkiyi falan karıştırmıyorum bile, fazla lüks) o ilişkiden doğacak çocuğu doğurmama hakkı yok kadının. Sakat doğum tespit edildiğinde ise adı kader, doğuracaksın. Zira, vazifen bu!
Bu söylemler anca, resmi ideolojinin yaratmaya çalıştığı birey prototipinin geliştirilmesine ve yaygınlaştırılmasına yarar. Kızının erginleşmesini dört gözle bekleyen sapık baba, karısına tecavüz eden ilkel kocaya parmak dahi sallamaz.
Ailenin yüceltilmesinin, özellikle son yıllarda altının sıklıkla çizilmesinin altındaki nedenlere de değinmek gerekir. Programda yapılan tespitlerden biri, ailenin, serbest piyasa ekonomisinin işine gelen bir kavram olduğuydu. (ABD'de, 50'li 60'lı yıllarda yayınlanan televizyon reklamlarının yarısından fazlası ev kadınlarını hedef alıyordu. Çünkü çalışmıyorlar, sadece tüketiyorlardı) Bunun yanında, kol kırılır yen içinde kalır düsturunun en belirgin örnekleri ailede görülüyor. Bireyken, canla başla hakkını arayabilecek olan kişi, ailesi söz konusu olduğunda susmak zorunda kalabiliyor. Bu da, 'örnek toplum' manzarasını tamamlıyor. Devlet, istediği insan profilini bu sayede daha rahat yaratıyor.
Türkiye gibi modernizmi tam olarak yaşayamamış toplumlarda, aile daha da önemli hale geliyor. Kırsaldan kente ailesiyle göçenler, yine ailesiyle adapte olmaya çalışıyor, çoğunlukla tutunamıyor ve suç oranı artıyor. "Gurbet eller"de kötü yola düşmemek için var gücüyle birbirlerine sarılsalar da, yaşadıkları sosyo ekonomik şok, değerlerini yitirmelerine yol açıyor. Olsa olsa, konferansta bahsedilen düşman modernite; budur.
Diyeceğim o ki, aile toplumun temelidir, kabul. Ama sırf kurmuş olmak için aile kurulmaz. Üç çocuklu aile, daha çok aile olmaz. Siz eşcinselleri tehdit unsuru olarak görürken, köyünde, karısını uyuttuktan sonra kızının yanında biten insan müsveddeleri pislik saçmaya devam ediyor. Ekonomik özgürlüğünü eline almış, evlilik dışı çocuğunu doğurup, nice aileden daha hakkıyla bakan - yahut kürtaj olan, hemcinsiyle ilişki yaşayıp, kimsenin çocuğunu kuytularda kıstırmayan vatandaşlarla uğraşana kadar, o kadar sorun var ki Sayın Bakan!
Başlıktaki soruya gelirsek, bence günümüzde aile denen kavram, her türlü çer çöpün içine tıkıldığı süslü bir hediye pakedi, dogmalarımız da üzerindeki fiyonk.
7 Aralık 2010 Salı
Şu avatar meselesi...
Hafta sonu, Facebook'ta, çocuk istismarına karşı avatarların bir gün boyunca çizgi film kahramanlarıyla değiştirilmesine ilişkin bir kampanya daveti gördüm. Elbette, bunu yaparak dünya üzerindeki çocuk istismarlarının tak diye kesilmeyeceğini ben de biliyordum fakat katılmakta bir beis görmedim. Hatta hoşuma bile gitti; herkesin avatarının rengarenk, çocukluk kahramanlarımızla donatılması. Tabii mesele burada bitmedi. Avatarını değiştirenlerle değiştirmeyenler arasında laf dalaşları, hakaretleşmeler başladı. Böyle yaparak çocuk istismarı mı önlenirmiş, hepimiz sürünün parçasıymışız, bla bla bla... Bunu ne kadar yanlış buluyorsam, avatarını değiştirenlerin, değiştirmeyenleri duyarsızlıkla itham etmesini de yanlış buluyorum. Sosyal alemdeki kampanyalara ulvi amaçlar yüklemekten daha saçma bir şey olamaz. Olsa olsa, bu sembolik eylemlerle ortak bir bilinç yaratılabilir, o da olmazsa mesele gündeme getirilebilir, çözüm yolları tartışılabilir. Ama biz içeriğe değil, biçime takılı bir millet olduğumuz için çocuk istismarından çok, bu uygulamayı konuştuk.
Twitter Takip
Hatta ertesi gün "Sakın profillerinizi çizgi film avatarı yapmayın, pedofiller bu yöntemle çocuklara daha kolay ulaşmaya çalışıyorlar" gibi bir deli saçması ortaya çıktı. Bundan daha abes bir şey olamaz. Bir kere bu sapık sujemiz, gözüne kestirdiği çocuğu kandırmak istiyorsa, böyle büyük çaplı bir kampanya başlatmasına gerek yok. Sadece kendi avatarını değiştirerek, adını da "Bieber Boy" yaparak en az 50 çocuğu kandırabilir. Bu bir. Bunun yanında geçtiğimiz baharda patlak veren Siirt rezaletiyle ilgili bir sürü 'gerçek' kampanya yapıldı. T.C. kimlik no'larımız, isimlerimiz buralara yazıldı, dijital imzalar atıldı. Sonuç nedir? Hala neden ses yok? Öyle görünüyor ki bu da; tıpkı avatar değiştirme kampanyası gibi dişe tırnağa dokunur bir sonuç getirmedi. Lafla peynir gemisi yürümezcilerden birinin sonuca ulaştığı gün ben yaptığımdan utanacağım ve profil resmimi değiştirdiğim için özür dileyeceğim. Tabii önce hakaret eden duyarlı vatandaşlarımız özür diledikten sonra.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)