"Zaman sayısız geleceğe doğru hiç durmamacasına çatallanıyor. Bunlardan birinde ben sizin düşmanınızım."
-Jorge Luis Borges, Yolları Çatallanan Bahçe
Bin Ladin öldü mü, ölmedi mi? Son on yıldır yaşanan büyük afetler HAARP'ın işi mi? Ortadoğu ayaklanmaları için kim düğmeye bastı? Gerçekten paralel evrenler var mı? UFO'lar soğuk savaş döneminde icat edilen casus araçlar mı? Daha nicelerini ekleyebiliriz bu sorulara. Bir gün içinde binlerce görsele maruz kalıyoruz. Haberler, reklamlar bizi dürtüyor, "Bak ben buradayım, heyy bu tarafa" diye etimizi kanırtıyor. Bir yandan kendi hayat gailemizle uğraşırken diğer yandan, dünyanın bir ucundan, belki haritada yerini bile gösteremeyeceğimiz yerlerde katledilen insanların görüntülerini izliyoruz, taze fasulyenin kan kırmızısı salçalı suyuna ekmek bandırırken. Kendi halimizi unutuyoruz bir an, "Çok şükür" diye iç geçiriyoruz. SMS'lerle 5'er lira gönderip afet bölgesine, "Damlaya damlaya göl olur" diyoruz, içimizi rahatlatıyoruz. Ama hep bir soru işareti kafamızın içinde; bu yaşananların ne kadarı gerçek? Gerçekse bize aktarılanın haricinde daha neler var? Yoksa gerçeklik yeniden yaratılıp bize esas gerçek diye yutturuluyor olabilir mi?
Üstat Baudrillard'ın Simülakrlar ve Simülasyon kuramı, tam da bu meseleleri işaret eder. Burada anlatmaya ne zaman, ne mecal var. Lütfen araştırın ve üstünkörü de olsa fikir edinin. Modernizm, ardından postmodernizm, sanayileşmenin getirdiği çevre felaketleri, kapitalizm, bireyin, çalıştığı fabrikada önünden geçen parçanın, hangi bütüne ait olduğunu bilmemesine öykünen parçalanmışlığı, ruhsal sorunlar, cinnet... Bunlar yetmezmiş gibi habire bizi dürten, aptala çeviren medya.
Az sonra, aslında uyanışın simgesi sandığımız şeylerin, bize bu şekilde yutturuluyor olup olamayacağını irdeleyen bir yazı okuyacaksınız. Yani, ben de bir şekilde komplo teorisi üretmiş olacağım. Durun, vazgeçtim; sorgulamak diyelim biz en iyisi.
Kuantum teorisi
Aydınlanma çağından itibaren hızla yayılan pozitivizm, tam Türkiye'ye sirayet etmiş, septik olmaktan en uzak adama bile "görmediğime inanmam gardaş" dedirtmeye başlamışken kuantum belası açıldı başımıza. Artık altın günü randevularını facebook üzerinden yapan teyzeler, "Kuantuma inanıyorum ben şekerim" demeye başladılar. Düşünce gücünün önemini vurgulayan aforizmalar, "Yapabilirsin aslanım" başlıklı yapmacık ötesi kişisel gelişim kitapları da cabası. Aslında yıllardır kültürümüzde var olan "iyi düşün, iyi olsun", "aklına gelen başına gelir" ana temalı görüşlere bilimsel dayanak kazandıran kuantum fiziğinin fitili, Einstein'ın, 20. yüzyıl başlarında, zamanın göreceli olduğunu ortaya koyan izafiyet teorisiyle ateşlendi. Dahi bilim adamının sonraları açıkladığı genel görelilik ise cisimlerin sahip olduğu kütlelerin, zamanı bükebilme özelliği olduğunu söylüyordu. Fotonların, gözlemlendiklerinde kimi zaman dalga, kimi zaman parçacık şeklinde hareket ettiğinden yola çıkan kuantum, klasik fizik anlayışını yerle bir etti. Bununla beraber, Heisenberg'in belirsizlik ilkesi de bir atomun hızı tespit edildiğinde yerininin belirlenemediğini, yeri belirlediğinde hızının tespit edilemediğini ortaya koydu. Bu görüşe göre insan gözlemlediği her şeyi etkilemekteydi. Atomun bileşenlerini bir arada tutan ve devinimini sağlayan etken ise hala araştırılıyor. Şimdiye kadar ortaya atılan teorilere göre, CERN'deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı'nın da peşinde olduğu 'şey', dörtten fazla boyuta sahip, dolayısıyla bizim henüz göremediğimiz, sicim şeklinde salınan parçacıklar olabilir. Tüm bu bilimsel devrimler ve beraberinde getirdiği felsefeler nihayetinde şunu söylüyor: Yaptığımız her seçim, doğrusal zaman çizgimizde çatallanmalar yaratıyor. Yani bu görüşe göre, bizim bir sürü varyasyonumuz uzay - zaman boşluğunda, farklı farklı hallerde bulunuyor. O evrenlerden birinde biz rock yıldızıyken, Lady Gaga ise hasta bakıcı. İtiraf edin; çok heyecanlı. İşin magazin kısmı bizler için eğlenceli tabii ama kimi bilim adamlarına göre kuantum, uzun yıllar önce miadını doldurdu. Ne var ki bir sürü akademisyen bundan hala ekmek yemekte çünkü kuantum endüstrisi iyi para ediyor. (Fizikçi okurlardan özür dileyerek bunları yazıyorum. Tamamen rast geldiğim kaynaklar, okuduklarım ve elbette kendi yorumlarımdan ibaret olan bu bölüm, bilimsel yanlışlıklar içerebilir.) Peki, bu teorinin 'yeni dünya düzeni'ne katkısı ne olabilir? Bizi yöneten 'gizli güçler', pozitivizmin bir halta yaramadığını düşünüp, kuantumu başımıza sarmış olabilirler mi? Bir söylenti vardır; deprem olduğunda Evanjelistler pencereye çıkıp "Mesih geldi, Mesih geldi" diye bağırırlarmış. Biz de bu korkunç keşmekeş içinde kendi Mesih'imizi arıyoruzdur belki. Dinle bilimin keskince ayrıldığı zamanlardan uzaklaşırken, bilim ve dinin iç içe girmeye başladığı, koyu kaderciliğin, yerini "Lan yoksa ben seçimlerimin sonucu muyum? Hobaa" nidalarına bıraktığı bu zamanlarda kuantum, ahiret anlayışını, maddesel dünyanın ötesinde başka dünyaların olduğunu, eylem ve düşüncelerimizin, hayatımızın işleyişini etkilediğini bize belletiyor olabilir mi? Kim bilir? Skolastik düşüncenin rövanşı olan pozitivizm, aynı kaynak tarafından rafa kaldırılıyor, semavi dinlerin kıyamet alameti diye söylediği şeyler, bizzat insan eliyle ete kemiğe bürünüyor, yani kehanetler gerçek olmuyor, gerçeğe dönüştürülüyor olabilir pekala. Buna giden en kestirme yol da insanları, gördüklerinin haricinde 'evren'lerin de olduğuna inandırmaktan geçiyor. (İlluminati'nin 1995 senesinde bastığı oyun kartlarında çok ilginç resimler ve temalar işlenmiş. Sanki günümüzde yaşanan felaketlerin ön gösterimi yapılmış. Göz atmakta fayda var)
Palahniuk ve "Kredi kartını kıvırıp kıçına sok dostum" söylemi
90'ların sonuna gelindiğinde, insanların pek de içinde bulundukları ahval ve şeraitle ilgilenecek halleri yoktu. Clinton, Monica'nın lacivert elbisesinde bıraktığı 'beyaz leke'den kurtulmaya çalışırken, Özal'ın Küçük Amerika hayalleri vefatıyla çoktan yarım kalmış, şeriat korkusuyla tir tir titreyen Türk halkı, Sincan'dan hareket eden tankların metalik sesiyle irkilmişti. Faili meçhul cinayetler, PKK'nın artmaya devam eden şiddeti, Van Gölü Canavarı'yla popülerlik yarıştıran Enflasyon Canavarı, Çankaya önünde soyunan, sonraları albüm çıkaran kofti eylemciler, Kumkapı cinayeti derken sanki bugünlerin şizofrenik hallerinin işaretini veren bir on yıl geride kalıyordu. Fight Club (Dövüş Kulübü) adlı film, tam da böyle bir dönemde girdi hayatımıza. Aralık 1999'da ülkemizde gösterime giren Fight Club, günümüzün dayattığı yaşam biçimini iliklerine kadar yaşayan, fakat ortaya çıkan fizyolojik - psikolojik sorunlar sonucu yine elleriyle mikro düzenini alt üst ederken, kendine suç ortağı olarak yarattığı Tyler Durden isimli alter egosuyla, savaşını makro düzleme taşıyan 'sistem mağduru' bir adamın hikayesini anlatır. Chuck Palahniuk'in aynı adlı romanından uyarlanan ve Twentieth Century Fox stüdyosu tarafından dağıtılan bu devrimci! film, kuşkusuz ki hamburgerinden son bir ısırık almak için hamle yapan 'modern insan'ı birkaç saniyeliğine duraklattı. Ama o kadar. Evet, Fincher'ın yönettiği film sinematografik olarak önemli bir konuma sahip, konusu zamanına göre oldukça orijinal... Ama o kadar. Bu film, kimlerin hayatına dokundu, kimlerin hayatını değiştirdi bilinmez ama bendeki etkisi kalıcı olmadı. Neredeyse kendi başına bir endüstri yaratan film, yan ürünleriyle, geçmek bilmeyen popülaritesiyle sahibine bir servet kazandırdı. Palahniuk'in, doktorasını yaparken, belki de ulvi amaçlar ve idealist düşüncelerle kaleme aldığı roman, kendisini tam da eleştirdiği noktaya taşıdı. Bu noktada da samimiyet yitirildi. Bize "gökdelenleri havaya uçurun, kredi kartınızı tırnak törpüsü yapın, paralara poponuzu silin" diye nasihat veren adam, rezidansından tweet'ler atmaya başladı. (Bu noktada Sinan Çetin'in "İnsanlar parayı bulana kadar sosyalisttir. Param yokken ben de sosyalisttim" şeklindeki fazlasıyla Ayn Rand'cı ve sığ görüşü maalesef hak verilir hale geliyor.) ekşisözlük'te refrigeratorr isimli kullanıcının şu entry'si her şeyi anlatıyor sanırım:
"medeniyeti alt üst edeceğiz. dünyayı daha iyi bir yere çevireceğiz." neden yayınevleriyle anlaşıp kitap satmak, hollywood'a film pazarlatmak yerine, yazdıklarını korsan olarak halkın tüm kesimlerine ulaştırmayı amaçlayarak gerçek bir isyan başlatmayı tercih etmedi, fight club'ın entel gerizekalı kapitalist düzenci mahluklar tarafından "abi fincher brad pitt hastasıyım ya mükemmel bir film, kesin gidip dvdlerini afişlerini almalıyım" şeklinde bahsedilmesine ortam hazırladı?"
"...adamın sözlerinin bir kısmının gayet doğru mesajlar verdiğini inkar etmek aptallık olur ancak bu adamın düşünceleriyle yazdıklarının her zaman örtüşmediğini de anlamamız gerekiyor. komplo teorisyenci ulusalcı milliyetçi mallar gibi bir izlenim bırakmak istemem ama, kapitalist sistemin, anarşiyi, sisteme başkaldırıyı kurgusallaştırarak önemini azaltan bu adamın varlığından memnun olduğunu ve dahi sistemin bir oyunu olarak piyasaya sürülmüş olabileceğini düşünüyorum. chuck'ın bu işten olabildiğince para kazanmaya çalışması da kendisinin eğilimlerini belli ediyor zaten. anarşi, kapitalizm, görüntü odaklı özenti eğilimli toplum, markalar falan gayet iyi biçimde topluma anlatılarak uyanmaları sağlanabilecekken, sadece bir filmin konusu olarak insanların beyinlerine kazınmış durumdadır. böyle bir isyan başlatmak veya toplumun bu durumunun içler acısı halde olduğunu düşünmek, gerçek hayata uygulanabilir bir şey değildir, filmdir, romandır o, biz yine kokuşmuş sistemin piyonları olarak hayatlarımızı nefret ettiğimiz işlerde, ihtiyacımız olmayan şeyleri alabilmek için, çalışmaya devam edelim."
Sistem tarafından bize alternatif olarak sunulan, bizimse kaçış bileti olarak algıladığımız şeyler, yine sisteme hizmet ediyor olabilir mi? 21 Aralık 2012 tantanası, yıllardır yaklaşan ama bir türlü çarpmayan göktaşı, bizi istila etmek üzere keşif gezilerine çıkan UFO'lar, yaratılacak olan kaos ortamının ve kafa bulandırmanın temeli mi? Ortadoğu'da başlayan ayaklanmalar, oradaki halkların özgür iradesinin bir eseri mi, yoksa daha acılı bir sürecin, 'gizli bir güç' tarafından atılmış ilk adımı mı? Bize sunulan, 'hiper gerçeklik'ten, tv'den izlediğimiz canlı savaş görüntülerinden, paint'te hazırlanmış sahte ötesi fotomontajlardan kuşku duymak, sonra bu kuşkudan kuşku duymak... Günümüzün korkunç paradoksu. Yine de şüpheci olmakta fayda var. Hatta bize şüphe duymamızı salık verenden şüphe duymakta bile...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder