Dikkat: Bu yazı, Zerre filmi hakkında detaylı bilgi içermektedir.
Film okuması yapılırken alt okumada, yönetmenin karakteri, siyasi eğilimi, zevkleri gibi subjektif etkenler de göz önünde bulundurulur. Bu yüzden sanırım uzaktan da olsa tanıdığım yönetmenlerin filmleri hakkında yorum yaparken ben de objektiflikten biraz uzaklaşıyorum.
Erdem Tepegöz'ü ilk olarak 2005 yılının sonlarında, Dardanos'ta verilen bir okul yemeğinde tanımıştım. Hocamın çok yakın bir arkadaşıydı ve o gün hevesli bir kısa filmci olarak tanıdığım Tepegöz'ün, sonraları izlediğim kısa filmlerinden de yola çıkarak, derdi olan, başarılı bir sinemacı olacağını kestirmek zor değildi.
Gittiği her yerden ödülle dönen ilk uzun metrajlı filmi Zerre'yi ise yeni izledim. Tabii ki burada kare kare film okuması yapacak değilim ama oldukça beğendiğim bu ilk film hakkında söyleyeceklerim var.
İstanbul'un varoşlarında, yaşlı annesi ve engelli kızıyla varoluş mücadelesi veren işçi Zeynep'in hayatından bir kesit sunuyor bize Zerre. İsmini aldığı metafor, film boyunca çok yerinde ve sinematografik bir anlatım aracı olarak kullanılmış. Havada uçuşan toz zerreleri, kameranın, evlerin ışıklarına yakın genel plandan genel plana çıkarak, aslında her hanenin bambaşka hikayelere gebe birer zerre olduğunu anlatışı, çok estetik ve etkileyiciydi.
Zeynep, çalıştığı fabrikanın yemekhanesinde sadece kulak misafiri olduğu "işçi ayaklanması" planının kurbanı olarak yaka paça kovulur ve iş arama telaşı başlar. Tek derdi belediyede çalışmak olan Zeynep, boş zamanlarında kuru lavanta bohçaları yaparak cami önlerinde satmaktadır. Mahallenin temiz yürekli çocuğu Remzi ise, çalıştığı restoranın artık yemeklerini sefer tasıyla Zeynep'e vermektedir.
Zeynep sonunda Trakya'da yatılı da olsa bir fabrika işi bulur. Burada ise bir çift temiz çarşaf ve nevresim karşılığında "neler" vermesi gerektiğini anlaması çok uzun sürmez. Eve telefon ettiğinde, gaddar (ve organ taciri) ev sahibinin, evden çıkarmama şartı olarak sürekli direttiği kan örneği alma işini, kendisinden habersiz kızının üzerinde yaptığını öğrenmesi, bardağı taşıran son damla olur ve fabrikadan kaçarak otostopla İstanbul'a döner.
Yine işsizdir. Zeynep film boyunca hiç ağlamaz. Hiç isyan etmez. Çünkü mahkum edildiği kader budur. Zeynep kaderine teslim olur. Kentsel dönüşüm sonucu bir süre sonra yıkılacak olan harap evde biraz daha kalabilmek, üstüne biraz da nakit para alabilmek için, kan örneği vermeyi kabul eder. Bir devlet hastanesinin deposunda gizlice kanını alırlar. Örnek yurtdışına gidecek, Zeynep'in dramı, bir başkasının yaşam umudu olacaktır.
Aldığı ilk nakit parayla tavuk kızartır Zeynep. Remzi'den aldığı 20 liranın üstüne de 10 lira koyup geri verir. Burada Tepegöz'ün, sınıfsal davranışlar üzerine doğru gözlemlerini, detaylara ne kadar önem verdiğini çıkarabiliriz. Zeynep gerçekten kanlı canlı, yaşayan bir karakter olsa, kendisi için bunca iyilik yapan Remzi'ye borcunun karşılığı olarak, üstüne 10 lira daha koyup geri öderdi (fakir ama gururlu olmak).
Açık uçlu biten film, seyircide, Zeynep'in mücadelesinin hâlâ bir yerlerde devam ettiği hissi yaratıyor.
Klasik anlatı severleri etkilemeyecek hatta sıkacak bir film Zerre. Seyirciye bir şey dayatmıyor. Türkiye'deki, dünyadaki milyonlarca "zerre"nin hayatından bir kesit sunuyor ve gerisini seyirciye bırakıyor. Duygu sömürüsü yapmıyor, Zeynep karakteri bile durumunu bu kadar kabullenmişken, onun hayatına şahit olan biz üçüncü gözlere "Zeynep'e ağlamak sizin işiniz değil" diyor adeta.
Oyuncu seçimi ve yönetimi ise oldukça başarılıydı. Zeynep karakterini canlandıran ve ilk olarak 1997 tarihli
Avcı filminden tanıdığımız Jale Arıkan, sinema perdesine çok yakışan, gerçekçi bir yüz. Rüçhan Çalışkur'un Türkçesini ise çok pürüzsüz buldum. Daha kuytu köşe (hatta gerçek bir Dolapdereli) bir oyuncu, inandırıcılığı katlardı. Yan rollerde harikalar yaratmak diye bir tabir varsa, bu filmde Özay Fecht tam anlamıyla bunu yapmış. İzlerken profesyonel oyuncu olduğunu anlamanız mümkün değil.
Türk sinemasında işçi sineması ya da toplumsal gerçekçi yaklaşımın olmamasını, alt sınıfın sanatla ilgilenmesinin lümpenlik olarak yaftalanmasına, sanatın, sadece üst sınıfa ya da belli bir zümreye has bir faaliyetmiş gibi algılanmasına bağlıyorum. Bu algıya cesaretle yaklaşan tek isim Yılmaz Güney'di ve başarısının meyvelerini de aldı. Erdem Tepegöz gibi orta sınıftan ya da alt sınıftan gelen -gelecek yönetmenler, eminim ki sanat filminin sadece entelektüel buhranı demek olmadığının anlaşılmasına, Türk sinemasının kendine has bir dili olmasına, gerçekçi yaklaşımların artmasına vesile olacaktır. Zerre bu konuda büyük umut vaat ediyor.
Gezi'deki gençler sorunsalı
Gezi direnişindeki gençlerden çok, başkaları onları tanımlamaya bayılıyor. Herkesin baktığı pencereden gördüğü manzara farklı tabii ama haksız yorumlar da yok değil.
Akif Beki, Hürriyet'teki köşesinde, Gezi'deki y kuşağını "makarnacı diyerek küçümsedikleri akranlarından daha iyi beslendikleri için, onlardan daha zeki olan 'Küçük Burjuva'lar" olarak tanımlamış. İfadesinde kinaye de sezilmiyor değil ama küçük burjuva tanımının gerçek görüşünü yansıttığını düşünüyorum.
Gezi'ye uzaktan bakanların, oradaki gençleri miras yiyici, yazın üç ayını Bodrum'da ciğer gibi kızarana dek tatil yaparak geçiren, Porsche ile kampüse giden gençler olarak görmesi doğal. Çünkü; sağlık, eğitim, çevre, sosyal güvence, daha iyi yaşam şartları gibi konular hakkında (en çok ağzı yanan kesim olmasına rağmen) alt sınıftan hiç ses çıkmaz. Alt sınıf, derin bir kadercilikle başına gelen her şeye razı gelir, biat eder. Çünkü, aksi anarşidir.
Bu algıdan dolayı oradaki gençleri tuzu kuru ve eğlence peşindeki heveskâr burjuvalar olarak nitelemek, duruma yabancı olanlar için anormal değil.
Peki oradaki gerçek kitle neydi? Heterojen bir kitleydi elbette ama meydanda birkaç Louis Vuitton'lu plaza kadınına rastlamak, herkesin burjuva olduğu anlamına gelmez. Bana kalırsa yetişkinler daha çok orta sınıftandı. Emeklisi, öğretmeni, küçük esnafı... Gençler ise onların çocuklarıydı. Hâlâ öğrenci olanları da vardı, binlerce lira öğrenim kredisi borcu olan da, yeni yeni çalışmaya başlamış olup, İstanbul'da kira ödeyebilmek için memleketteki ailesinden yardım alan da, işsiz de...
Artık fakülte bitirmek zor değil. Eskisi kadar zor değil en azından. Alt sınıftan gençlerin üniversite bitirmesi çok daha kolay. İşte o biat eden, boynu bükük ailelerin çocukları da vardı meydanlarda. Yani fularlı tabirle overeducated underclass (yüksek eğitimli alt sınıf). Beki'nin sandığı gibi çılgın partilerde sabahlamayan, İbiza'da selfie çektirmeyen bir genç kitle vardı. Henüz girdiği iş, tek başına hayatını idame ettirmeye yetmeyen, eğitimini aldığı işi yapamayan (gizli işsiz) bir sürü genç vardı. "Çalışırsan olur", "Mücadeleden vazgeçmeyen amacına ulaşır" yalanlarının beş para etmediğini yeni yeni anlayan genç kitle yani...
Beki gibi, yanında yöresinde "yeni zengin"lerin çokça bulunduğu bir ismin, herkesi öyle sanması doğal.
Kapitalizm ve uyku
Uyku, canlıların yaşamını sürdürmesi için olmazsa olmaz bir durum. Beyin, gün boyu aldığı yeni bilgileri işleyip tasnif ediyor, eliyor, gitmesi gereken yere gönderiyor, o sırada salgılanan hormonlar ise kansere karşı koruyor, bağışıklığı güçlendiriyor. Rem uykusu bölündüğünde ise on iki saat uyumanızın bile bir faydası olmuyor. Çünkü uykunun en önemli evresi; iki saatlik periyodlarla işleyen rem evresi.
Modern insan için ise uyku; gerçeklerden, sorumluluklardan kaçma sığınağı adeta. Çünkü uyanıkken sırtınıza yüklenen bütün yüklerden o sırada muafsınız. Fakat, yine modern insanın sahip olmak için çılgınca kıvrandığı, gelirinin hatrı sayılır bir bölümünü yatırdığı yeni nesil teknolojik cihazlar, eldeki tek kaçış noktası olan uykunun da katili oldu. Artık işverenler telefon kapatmayı yasaklıyor, şirket telefonunun Whatsapp'ından, günün her saati ulaşabilmek istiyor. O tatlı uyku bölünüyor, kimi zaman müşterinin acil bir mailine cevap vermek gerekiyor, kimi zaman mesai saatinde gözden kaçan bir şeyi düzeltmek icap ediyor. Yani aslında modern insanın bitmeyen istekleri, veya ona dayatılanlar, en mahrem alanına kadar girip özgürlüğünü iç ediyor. Bu durumun, sırt sıvazlayan "hadi aslanım" mottosu da şu oldu: Zekiler az uyur (gevrek patron kahkahası).