Her zaman anı yaşayamayan bir insan olduğumu söylemişimdir. Küçükken de böyleydi. Bir şey yaparken başka bir şeyi düşünürdüm, sonra o şeyi yaparken de diğer şeyi... Sevdiğim bir şeyi yerken başka bir yiyeceği düşlerdim. Hafta sonu geldiğinde "Pazartesi okul var" stresiyle o iki günü asla değerlendiremezdim, pazartesi sabahı da "Keşke hafta sonunun değerini bilseydim" diye hayıflanırdım. Benim gibi bir insanın mutlu olması tabii ki zor. Ama bu yazımda nispeten "normal" insanlar ve benim gibilerin, günlük yaşam kalitelerini düşüren etkenlere, arayışımızın ne olduğuna ya da olması gerektiğine, mutsuzluğu kendi ellerimizle yaratıp yaratmadığımıza dair sorular soracağım.
Okumayı seven, oturduğunda sıkılan bir insanım. Ya resim çizmem ya da bir şeyler yazmam gerekir illaki. Hiçbirini yapamıyorsam bookmark'ımda biriken makaleleri okurum, notlarımı alırım. O da olmazsa hayal kurarım. Ne var ki bence doğamıza en aykırı şey çalışmak. Günlük rutinini belirleyememek, bazen çocuğunun okuma bayramına gidememek, bebeğinin doğum haftasının gece vardiyasına denk gelmesi (arkadaşımın başına geldi, bebeğini ertesi sabah görebilmişti), hatta dişçiye bile gidememek gibi durumlar ya kendi başımıza ya da tanıdıklarımızın başına gelmiştir. Hayatımızı idame ettirmek için çalışmamız şart, peki lanet ettiğimiz sistemin dışında bir şeyler üretip hayatta kalmak mümkün mü?
Her şeyi kaçırıyoruz, duygularımızı bile... Twitter'da biri çok güzel yazmıştı, "Eskiden insanlar ayrılık acısıyla şiirler yazarmış, biz ertesi gün akbil basıp metrobüse biniyoruz" diye. O kadar güzel açıklıyor ki durumu... Başımıza gelen travmanın olağan süreçlerini bile yaşayamadan herkesin yüzüne zorla gülmeye, her şey yolundaymış gibi davranmaya ve o floresan ışıklarıyla insanın ruhunu solduran ölgün ofislerde fotokopi çekmeye devam ediyoruz. Yediğimiz yemeği de öylesine yiyoruz, doymak için. Vücut alarm zillerini çalmaya başladığında ve bir sorun olduğunun sinyallerini verdiğindeyse çok geç kalınmış oluyor.
"İşkoliğim ben" insanlarını da oldum olası anlamamamışımdır. Kabakulak geçiren kızını evde bırakmak zorunda kaldığını, boynuna taktığı anahtarlıkla eve girdiğini, dolaptaki yemeğini ısıtıp kendi kendine yediğini anlatan sahte Louboutin'li çalışan anneleri... Bunlar bence övgü malzemesi değil, olsa olsa hayat albümüne tek tek eklenecek ve sonuna kadar yaşanması gereken, ıskalanmış anlar. Kendini yaptığı işle tanımlayan, her seferinde yoğun olduğu için kafasını kaşıyacak vakit bile bulamadığını söyleyen insanların hayatlarında büyük bir boşluk olduğunu düşünüyorum. Anlamla, kanla, damarla beslenemeyen, yıldırım düşmüş bir ağaç kavuğu gibi kuru ve kocaman bir boşluk var sanki içlerinde. Sürekli mide spazmları, ülser, akut ishal gibi anksiyete semptomları gösteren bu insanlar, gerçekten o loftlarda, plazalarda mutlu olduklarını düşünüyorlar. "Siz yine iyisiniz. Biz banyo yapamadığımız için karşıdaki berberde yıkatıyoruz saçlarımızı" diyenler, gece yarısına kadar mesai yaptığı için övünenler... Peki bu insanlar ne zaman kitap okuyor? Ne zaman yeni albümleri dinliyor, Instagram'da türlü çeşit filtrelerle fotoğrafını paylaştıkları kedilerini ne zaman seviyorlar? Cevap; hiçbirini yapmıyorlar. Crate & Barrell'dan 400 liraya aldıkları kırlentlerle bezedikleri Mudo kanepelerinde ayda yılda birkaç kez oturuyor, Habitat'tan aldıkları sütun mumlarını sadece fotoğraf çekmek için yakıyorlar. Mutfaklarında yemek bile pişmediği için muhtemelen bütün tencere tavaları sıfır. Ellerine kalan para da gece mesaisinde sipariş ettikleri sushilere ve tatlılara gidiyor zaten. Bir de hiç oturmadıkları evin kirasına... Ama mutlular; çünkü onlar işkolik!
İşi gücü bırakıp bisikletle Tayland'a giden Beyaz Türk kafası da çok suni geliyor bana. Paşa paşa döndüğünde yine aynı işi yapacaksın, üstelik depresyonun da kat be kat artacak. Çünkü alternatif yaşam biçimlerini, insanca, kendi iç sesini dinleyerek yaşamanın da mümkün olduğunu görmüş olacaksın. Oraya yerleşip, oranın yaşam tarzını benimseyenlere sözüm yok. Ama altı aylık, bir yıllık kaçışlar palyatif çözümler.
Bence bizim gibilerin hayatın özünü damıtarak, fakat aynı zamanda kaygısız yaşaması için tek yol; ekip biçtiğin, minimal ve aza kanaat ettiğin bir yaşam tarzı benimsemek. Kastamonu civarında 3 bin liralara araziler var. Ekip biçmeye müsait. Öyle bir yer alıp prefabrik ev dikmek, kendi domatesini, salatalığını yemek, biraz daha palazlanırsan hayvancılık yapmak falan... "Çalışırsan olur" kafasıyla büyüyen Küçük Amerika mağduru millennial akranlarım ne düşünürler bilmiyorum ama birçoğumuz emekli bile olamayacağız. Yani bir huzurevine vakfedecek bir maaşımız bile olmayacak. On beş yıl sonra su savaşları diye bir şey duyacağız, belki mülteci olacağız, bilmiyorum. Ama bu böyle gitmez bence. Sizce?