Eylül 2001. Nasıl olmuşsa eve Digiturk takılmış. Nihayet ulusal kanalların reklam işkenceleri eşliğinde film izleme zorunluluğu son bulmuş. Her yerde muhteşem filmler oynuyor, neyi izleyeceğini şaşırıyor insan. MovieMax benim, Hallmark senin geziyorum. Derken bir okul dönüşü MovieMax'te Marlene diye bir filme rastlıyorum. Yarısı kaçmış ama hemen anlıyorum; bu Marlene, o Marlene. Pür dikkat yarısından izliyorum, nasılsa bir saat sonra 2. kanalda tekrarı var. Katja Flint canlandırmış, ne kadar da benziyor. Hayatı da pek tutkulu, tam bir star yaşamı sürmüş. Filmin sonuna kadar izliyorum ve acayip etkileniyorum. Sonra ilk yarısını da izliyorum. Artık Marlene hayranıyım.
Herkes Audrey sever, Marilyn sever, menekşe göz Elizabeth sever ama ben hiç şurup şeker insanları sevmedim oldum olası. Marlene de tıpkı diğer bir hayranı olduğum Madonna gibi tatlı sert. Ketum da denebilir. Joan Crawford gibi sadist de değil ama. Hem çok feminen, hem çok maskülen. Biseksüelliğini belki de bu şekilde dışa vuruyordu, bilinmez ama başta, kendisine nasıl bulduğunu sorduklarında 'vulgar' (bayağı) şeklinde nitelendirdiği Madonna olmak üzere birçok sanatçıya ilham verdi Dietrich.
Nefret ettiği Hitler yüzünden Almanya'sından oldu. Belki daha iyi oldu. Her röportajda bahsettiği 'bir geminin içinde' gittiği Amerika getirdi ona mutlak şöhreti. Modada Coco Chanel'in yaptığı feminist devrimi o, sinemada yaptı. Her zaman erkeğinin şefkati ve himayesine muhtaç, biblo kadar kırılgan kadın imajı, ayakları üstünde duran, smokin giyen ve kadınların dudağına öpücük konduran ama erkeğinin kollarında da tereyağı gibi eriyen bir kadına bırakıyordu yerini onunla. Neredeyse androjen bir karakterdi Dietrich.
Aslında hayatta çok incinmişti ama kendini hep incinmediğine inandırmıştı. Güçlü olması gerekiyordu çünkü. Öyle olmasa Nazi Almanyası'na sırtını dönüp ABD ordusuna katılabilir miydi? Marilyn'in aksine, askerlerin kendisine bakarak mastürbasyon yapmalarını izlemek yerine cephede herkese bilfiil moral verdi. Uzuvları parçalanmış askerlerle birebir ilgilendi. II. Dünya Savaşı'nın önemli bir sembolü de olmuştu bu sayede. Tabi inancını da bu savaşta kaybetmişti: "Eğer bir Tanrı varsa, planlarını yeniden gözden geçirmeli," diyordu sorduklarında.
Bir Kopenhag kanalıyla 1971 yılında yaptığı röportajda, adını ilk kez duyurduğu The Blue Angel (Mavi Melek) filmini yapan yapım şirketi UFA'den neden ayrıldığı sorulmuş, "Beni istemediler," diye cevap vermişti açık yüreklilikle. Sunucunun "Bu sizi incitti mi?" sorusuna ise hazırlıksız yakalanmıştı ama hassas olduğunu saklayan Marlene hep sufle veriyordu kulağına; gözlerini kaçırdı ve "Hayır, hayır, hayır... Bu beni nasıl incitebilir ki?" dedi en bohem hâliyle ve yutkunarak. Vücut dili tam aksini söylüyordu oysa. Yine aynı röportajda Ingmar Bergman'la çalışmayı çok istediğini fakat onun filmlerine yakışmayacağını ve bu yüzden tercih edilmediğini düşündüğünü dile getiriyordu. Değil bir yıldızın, sıradan bir faninin bile arkadaş ortamında dillendiremeyeceği bir gerçekçilikle.
1971 yılında, bir Kopenhag kanalına
verdiği röportajdan.
|
Sev, sevebildiğin sürece
Sev, sevebildiğin sürece
Zamanı geldiğinde, saati geldiğinde
Oturacak ve yas tutacaksın bir mezar eşiğinde
"Aslında çok 'kiç' ama annem severdi. O yüzden beni ağlatıyor," diyordu sesini toparlamaya çalışırken bir yandan.
Bence Marlene'in özeti bu. Kocası, çocukları Maria'nın şizofren bakıcısını hamile bıraktığında da incinmemişti, Almanya'ya yıllar sonra dönüşünde protesto edildiğinde de, Paramount yetkilileri, elmacık kemikleri daha çıkık görünsün diye azı dişlerini çektirdiğinde de...
Marlene, tıpkı 1963'teki efsanevi Stokholm konserinin sonunda olduğu gibi reveransını yapıp 1992'de hayat sahnesini terk etti ama filmleri, kendinden emin duruşu ve spot ışıkları altındaki baygın, büyülü bakışlarını bıraktı ardında sonsuza dek.