23 Şubat 2010 Salı

İnsanları tanıyalım: "Koca da yaparım kariyer de girl"

Eveeettt... (Siz de cümleye evet'le başlayanlardan hazzetmeyenlerdenseniz şimdiden okumayı yarıda kesebilirsiniz)
İnsanları tanıyalım köşemizin ilk konukları bildiğiniz üzere "Nargile kafe boy"lardı. Bu seferki konuğumuz ise "Koca da yaparım, kariyer de girl"ler.
Aklınızda beliren şu soruyu duyar gibiyim: Neden "Çocuk da yaparım, kariyer de girl" değil? Çünkü bugün ele alacağımız "tür"ün en önemli övünç kaynakları kocalarıdır. Çocuklarsa, maun bir konsolun üstünü süsleyen kristal bir biblo olmaktan öteye gidemezler. Yani dekor amaçlı dünyaya getirilirler.
Öncelikle bu hanım kızlarımız evliliklerini çevrelerine göre geç bir yaşta yaparlar. Çünkü 27-28 yaşına kadar lisans, yüksek lisans, tercihan tanıdık bir profesörün yardımıyla yapılmış dandik bir doktorayla ilk gençliklerinin büyük bir bölümünü farkında olmadan harcarlar. Bu zaman harcamayı tahsille değil de, iş tecrübesi adı altında yurtdışında sürtmekle, yahut anne-babaya sattırılan bir kaç araba/evin parasıyla o takı kursu benim, bu stilistlik kursu senin gezmekle gerçekleştirenleri de vardır.
Bunlar işi gücü ele alıp, para kazanıp hayat gailesini yarılayınca kafalarına evlenmeleri gerektiği dank eder. Küçük çevrede yetişen cinsleri, bekaretini kaybetmemiş olabilir. Kaybedenler ise bu durumu kurbanlarına, "Çok uzun bir nişanlılık dönemi geçirdim, çok güvenmiştim sevgilimmm" yalanıyla yutturabilir.
Bu türün can hıraş yuva kurma telaşını, akranlarının çeyiz düzüp, Evkur'dan 3.500 liraya aldığı, yarı fiyatına beyaz eşya hediyeli oturma ve yatak odası grubunun kurdelesi üstünde fotoğraflarını sosyal paylaşım sitelerine koyması tetikleyebilir. Bu fotoğrafları "like" yaparlar ama bir yandan tırnaklarını yerken!
Müstakbel koca genellikle iş yerinden bulunur, o da olmazsa hatrı sayılır bir akrabanın güvenilir, "geleceği olan", temiz yüzlü tanıdığı şipşak ayarlanır. Koca adayı kılıbık olmalıdır ki söz konusu "tür"ümüz alışveriş için zırt pırt para istediğinde isyan edemesin, "Al karıcığım" deyip tomarları avucuna saysın, boşanırlarsa "çocuğumuzun geleceği" adı altında dona paçaya varana kadar kasalar boşaltılabilsin...
Bu türe mensup kadınlarımız evlendikten kısa bir süre sonra hemen hamile kalır ki kaba tabirle adamı kendine bağlasın. Eğer hayat standardı her zaman düşlediği noktadaysa çalışmayı da bırakır, o tur senin, bu tur benim gezerler.
Ev işi yapmaktan nefret ederler ama domestik görünmek için, arkadaşlarına asla gündelikçi çağırmadıklarını, bütün işi kendilerinin hallettiğini söylerler.
"Koca da yaparım kariyer de girl", gün içinde büyük alışveriş merkezlerinde, Bebek sahilinde ya da kayınpederlerinin Silivri'deki çiftliğinde görülebilirler.
Evlenene kadar "evlilik" lafını duymaktan nefret ettikleri halde evlendikten sonra bekar arkadaşlarına evlenmeleri yönünde baskı yapmaktan, sık sık konu hakkında sorular sorarak bir nevi taciz etmekten çekinmezler. Bunun altmetni "Ne o, yoksa seni alan çıkmadı mı kıııız"dır.
Kocalarının terfi etmesi ya da CEO olması onları herkesten çok sevindirebilir çünkü onlar kocalarının titriyle yaşarlar. "Bilmem ne holdingin genel müdürünün karısı..." diye bahsedilmek onlara koymaz.
Gelelim bu türün günlük hayattaki hal ve tavırlarına. Bebelerini pusete koyup fıldır fıldır gezmeyi çok severler. Hamileyken karınlarını okşayıp, penguen edasıyla yürürken yanlarından geçen kadınları süzmek gibi, doğum sonrasına sirayet eden hastalıklı tutumlarından biridir bu... Sanki bir tek onlar doğuruyormuş gibi!
Alışveriş merkezlerinde pusetle gezmek, onlar için neredeyse ayrıcalıktır. Çocuksuz kadınlara yukarıdan bakmak suretiyle hafiften omuz atılır. Yürüyen merdivenlerde ya da asansörde güzelce rica etmek yerine kalabalığı yararak ilerlenir. Alışveriş yapılan mağazanın tezgahtar kızı gaflette bulunup bebeği sevmeye kalkarsa, denenen kıyafet derhal yerine bırakılır ve ani bir manevrayla puset başka yere yönlendirilir. Bunun altmetni ise; "Hem tezgahtarsın hem de çocuğumu sevmeye kalkışıyorsun, paçozz"dur.
Ailedeki diğer gelinlerle veya eltilerle hep süren gizli bir sürtüşme vardır. Eğer Nilay'a kurutma makinesi alındıysa mutlaka onlara da alınmalıdır.
Çocuk okul çağına geldiğinde, kamburu çıkan, saçları dökülen ve sesi iyice çıkmaz olan "aile reisi"yle birlikte bütün özel okullar gezilir, en pahalısı seçilir. Zavallı çocuğun başarısı onun başarısı, başarısızlığı ise çocuğun olur.
Zavallı koca bir gün işini kaybeder ya da holdingi iflas ederse boşanmak için bahaneler sıra sıra dizilir. Kılıbık kocanın elinde kalan son parası da nafaka diye zimmete geçirildikten sonra yeni bir hayata yelken açılır. Beş kuruşsuz kalan eski koca ise 55'ini göremeden kanserden ölür.
Sonuç: "Koca da yaparım kariyer de girl"ler, erkeklerin katiyetle uzak durması gereken bir türdür. Tabii bir ömür törpüsüyle yaşamak gibi bir fantaziniz yoksa. Bu türün kız arkadaşları ise her daim dikkatli olmalı, sivri dillerine ve ortaya çıkmak için fırsat kollayan kibirlerine karşı sinirlerini sağlam tutmalıdırlar.


www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

16 Şubat 2010 Salı

Papa'nın müzik kutusu

Vatikan'ın çıkardığı L’Osservatore Romano adlı gazete, Papa 16. Benedict'in sevdiği şarkılardan oluşan bir liste yapmış. Daha önce rock müzik için atıp tutan, gençleri anarşiye ve uyuşturucuya yönelttiğini dile getiren Benedict amca ya reforma falan hazırlanıyor ya da haşarı bir provokatör kendisine ait mp3 çalardaki şarkı listesini gizlice ele geçirip ifşa etti. Çünkü sevdiği şarkılar listesinde Michael Jackson, U2, Pink Floyd gibi kendi alanında "devrimci" isimler bulunuyor. Pek normal değil yani. İşte o şarkıların tam listesi:

-Beatles - Revolver
-David Crosby - If I could Only Remember My Name
-Pink Floyd - The Dark Side of the Moon
-Fleetwood Mac - Rumours
-Donald Fagen - The Nightfly
-
Michael Jackson - Thriller
-Paul Simon - Graceland
-U2 - Achtung Baby
-Oasis - Morning Glory
-Carlos Santana - Supernatural

Valla tebrik etmek lazım. Tabii hemen bizimkilerle kıyasladım ben bu durumu. Düşünsenize; Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu'nun en sevdiği şarkılar listesinde İbrahim Tatlıses'ten Allah Allah ya da Gönül Akkor'dan Tanrım Beni Baştan Yarat falan var. Şaka bir yana, bizimkilerin böyle bir listesi yayınlansa içinde hangi şarkılar olur diye düşündüm taşındım. İşte çıkan sonuç:

-Ahmet Özhan - Mevlam Sana Ersem
-Mine Koşan - Bülbül Kasidesi
-Sertab Erener - Makber
-Grup Minik Dualar - Anne Baba Duası (Rabbim Hep Sev Onları)
-Sezen Aksu - La İlahe İllallah
-Funda Arar - O Gece Sendin Gelen İftihar Abidemiz
-Hakan Altun - Aşık Oldum Muhammed'e
-İbrahim Sadri - Peygamberimiz Gelse
-İkbal Gürpınar - Efendim (s.a.v)
-Yusuf İslam - Bismillah

Daha iyi bir listesi olan?
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

15 Şubat 2010 Pazartesi

Sen de mi Şevval?

Bu kadar mı olur, sen nargile kafe delikanlılarıyla ilgili yazı yaz, sonra Şevval Sam'ın oğlu, annesinin yanında nargile içti diye ortalık karışsın! İçime mi doğmuş, ne! Efendim, aşağıda görebileceğiniz üzere insanları tanıyalım bölümünde başlı başına bir tür olarak "Nargile kafe boy"ları ele almıştım ve tek tek özelliklerini yazmıştım. Dün gece nette şöyle bir gezineyim derken "Şevval'e nargile eleştirisi" gibisinden bir haberle karşılaştım. İçeriği tam olarak şu: Şevval Hanım, oğluyla birlikte bir nargile kafeye gitmiş ve henüz reşit olmayan çocuk, elinde nargileyle gazetecilere yakalanmış. Ha, gazeteciler neden böyle bir şeyi görüntülemek için pusuda bekler, o da ayrı bir yazı konusu. Sonra boy boy haberlerini yapmışlar "Yakıştı mı Şevval", "Tüüüh senin analığına" gibisinden. Ama araya çocuğun babası, eski futbolcu Metin girmiş ve "Sadece fotoğraf çektirmek amaçlı nargileyi eline almıştır. Yoksa kronik astımı var, içmesi değil, aynı ortamda bulunması bile imkansız" demiş. Hah işte! Gazeteciler çocuğun sağlığını düşünürler, ben işin bu kısmına takılırım! Bu gencecik, pırıl pırıl, müthiş bir anneanneye, anneye ve babaya sahip, potansiyel entelektüel çocuğun geleceği tehlikede! Onun da Facebook profili, elinde nargileyle kendini çektiği fotolarla tıka basa dolacak, Şevval "like" yapacak, Leman Sam Fun Club yöneticisi "Ooo, bizimki büyümüş de erkek olmuş" falan yazacak, bla bla bla... Benim korktuğum bu işte! Bu leke insanın ömründen silinmez, yaftalanırsınız bir kere. Halbuki sen fularını bağla, kepini tak, illa ki bir şey içeceksen de pipo iç, değil mi? En azından ailene layık olursun.
Evet, ben de Şevval Sam'ı kınıyorum ama çocuğuna nargile içirdiği için değil, nargile içerken fotoğraf çektirmesine izin verdiği için.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

13 Şubat 2010 Cumartesi

Modern görgüsüzlüğün altın kuralları

Görgüsüzlük, bana kalırsa iyileşmeyen bir hastalık. Genel görüşe göre sonradan görmeliğin ve 'görmemişin oğlu olmuş' türü durumların dışavurumu olarak algılansa da, hali vakti gayet aileden yerinde kişilerde bile hasıl olduğu vakidir efendim.
Büyüdüğüm yer itibariyle görgüsüzlüğün açık ifade ediliş biçimlerine aşinayım. Küçük bir yer olduğu için, aynı sınıftan insanların sahip olduğu en küçük bir maddi kazanç ya da aldığı terfi, ayrıcalık olarak sayıldığından hem çabuk yayılır, hem de büyük bir caka satma malzemesi olurdu. Ama benim ailemden aldığım terbiye gereği bu durum her zaman tarafımdan ayıp algılanmış ve garipsenmiştir.
Hatta bazen bu terbiyelilik hali o kadar akut bir hal almıştır ki, öz dayımın bayramda verdiği şekerden iki tane almamakta ısrar ettiğim bile olmuştur. (Görgüsüzlükle alakası olmadığını ben de biliyorum, misal diye verdim, hıh!)
Neyse... Şimdi size günümüzde sergilenen ve çaktırılmadan, cümlelere itinayla yedirilmek suretiyle gerçekleştirilen görgüsüzlük örneklerinden bahsedeceğim.
Artık bu işler 80'lerde moda olduğu üzere, 55 ekran renkli televizyon alınınca ya da telefon hattı bağlatınca civar evlerin komşularını 'çay'a çağırmakla olmuyor canlar. Daha üstü örtülü ve usturuplu yapılıyor. Kilit nokta; sahip olunan şeyle övünmek değil, şikayet etmek. Böylece hem cakanızı satıyor, hem niyetinizi çaktırmıyor, hem de nazardan korunuyorsunuz!

Şimdi açık örneklerle açıklayalım.

Eğer yakın bir arkadaşınızın veya akrabanızın ünlü bir tanıdığı varsa (tanıdık dediğime bakmayın, sadece yolda görmüş de olabilir) bunu başka bir arkadaşa nasıl anlatırsınız? "Ay benim Aleyna var ya, Sibel Can'ın kankisi. Evde bile durmadan göbek atıyomuuğaaşş" demek çok da 'kuul' durmaz. O halde? "Sibel Can'ı tanıyan bi' arkadaşım var, evde bile göbek atıyomuş ya, hatuna bak" demek kulağa daha güzel gelmiyor mu? (Sibel Can'a takılmayın, sadece bir örnek. Aaa!)
Ya da en yenisinden bir iPhone aldınız. Ama bunu herkes bilsin istiyorsunuz. Ne yapacaksınız? "Abi bi' ayfon aldım, cillop, cillop" diyemeyeceğinize göre? "Geçen kafama esti, TeknoSA'ya gittim. Satıcı acaip ısrar etti, 'Seni mi kırıcam, dostum,' dedim bi iPhone aldım. Gereksiz bişi abi yaa, böyle sanki dünya avucunda. Dokunmatik ekran filan. Sakın alma" demek daha karizmatik değil mi?
Ya da yurtdışına seyahat ettiniz. Msn iletinize "Paris'te dé la kebab keyfi" yazamayacağınıza göre? "Abi geçen uçakla Paris'e gidiyorum. Yanımdaki adam bi' geğirdi, höh yani! Bir de business class!" demek en kısa yollardan biridir.
Ya da lüks bir semte taşındınız. Daha önceki evinizin adresini, arkadaşınıza yolladığınız kargo pakedine yazmaya bile utanırken şimdi cümle alem duysun istiyorsunuz... "Etiler'de bi' daire tuttum. Ay müthiş semt" demek uygunsuz mu geliyor? O halde şunu deneyin: "Biliyosun benim eski ev sahibi apar topar çıkardı evden. Ara, ara yok! Sanki evler çukura girdi! En sonunda Etiler'den bi' ev buldum. 5+1 falan, küçük yani. Kirası da fena değil; 2.500 lira. N'abalım şekerim, el mahkum" demek daha 'havalı' değil mi?
İşte böyle canlar. Artık zaman değişti, eskisi gibi göze soka soka görgüsüzlük yapmak ayıp karşılanıyor diye görgüsüzlük yapmaktan geri mi kalacağız? Hayır tabii ki. Yukarıdaki altın kuralları uygulayın, sonra bana bir teşekkürü borç bilin.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

12 Şubat 2010 Cuma

Hazal röportajı


90’lı yıllar Türk Pop Müziği için unutulmaz yıllardır. O zamana dek “Türk Hafif Müziği” olarak adlandırılan ve Türkiye’nin çok da alışık olmadığı pop müzik, Aşkın Nur Yengi’nin Sevgiliye’si ve Yonca Evcimik’in Abone’siyle başladığı yolculuğu 2000’lere kadar başı dik bir şekilde sürdürmeyi başardı sayılır. Ne var ki bu tarihlere gelindiğinde artık büyük yapımcılar star yaratmak bir yana, var olan starlara bile yeterince yatırım yapmazken, birçok vasat, hatta vasat altı şarkıcı da bu dönemde hayatımıza girmeye başladı. Eğer bu değişimi bir tufan olarak kabul edersek, bu tufandan geriye çok az sağlam yapı kaldığı söylenebilir.
İşte o “sağlam yapı”lardan biri de Hazal’dır. 1995 yılında Sevdalım albümüyle hayatımıza girdiğinde pop müzik tam da zirve yıllarını yaşıyor, her gün yeni bir albüm piyasaya sürülüyordu. Ama “Sevdalım”, “Elden Yar Olmaz” ve “Bozuyorum Yeminimi” gibi şarkıları barındıran bir ilk albüm olan Sevdalım’la Hazal, hepsinin içinde ilk fark edilenlerden oluyordu. O da istikrarını 2000’lere kadar sürdürdü, 1997’de, müthiş slow’lar ve o zamana dek yapılmış en ilginç cover’ı (Osman Abim) barındıran Aşka Dair, “Elden Gittik” ve “Sabret” gibi duygusal şarkılarla pop müzik tutkunlarının hafızasına zamk gibi yapıştı. 1999’da, tam da büyük deprem öncesinde çıkardığı Sürgün Aşkımız da, macerası kısa sürmesine rağmen bir çok hit çıkarmayı başardı. Bir Şükran Ay klasiği olan “Parayla Saadet Olmaz”la cover geleneği devam ediyor, “Sürgün Aşkımız” ile o zamanın genç aşıkları, belki de şimdinin evlileri duygusal hallere bürünüyordu.
Ama 2000’ler Hazal için biraz suskun geçti. Şimdilerde okuduğum röportajlarından anladığım kadarıyla kendisi “Neden bu kadar uzun süre bir şey yapmadın”vari sorulara haklı olarak kızıyor. Çünkü piyasada görünmemenin boş boş oturmak anlamına gelmediğinin en iyi örneği o. Bu zaman zarfında yapmak istediği birçok şeyi yaptı ve aramıza son albümü Geriye Dönme ile döndü.

Öncelikle yeni albümünüz hayırlı olsun diyorum. 1999’dan bu yana oldukça uzun bir zaman geçti. Eminim “Piyasada yoktun, ne yaptın bunca yıl” gibi sorular sizi sinir ediyordur. Çünkü bildiğim kadarıyla dolu dolu bir 10 yıl geçirdiniz, bireysel olarak birçok edinimleriniz oldu, öyle değil mi?

Bu kadar başarılı bir şekilde analiz edilmekten büyük mutluluk duydum, onu belirtmek isterim. Sadece bir düzelteme yapmak istiyorum; "Osman Abim" isimli şarkı cover değildi, farklı bir melodiye ve sözlere sahipti. "Osman Abim Evde mi?" isimli türkünün iki cümlesi kullanılmıştı. Gerçekten de Milenyum’a giriyoruz diye büyük tantanaların yaşandığı 2000 yılından sonra şirketler sektörden ellerini çekmeye, eskisi gibi yatırım yapmamaya başlamıştı ki ben son albümün promosyon aşamasında da bundan payımı aldığımı düşünüyorum. Tabii internetin yaygınlaşması ve paylaşım paltformlarının bunda büyük etkisi var. Bunun yanında kaliteli yapımların azalması, farklı kaynaklarlardan destek alan bazı kişilerin, ünlü olmak adına yapılmış işleriyle tepeden inmesi çok can sıkıcıydı. Bu karmaşada yerimin ne olduğunu sorgulamaya başlamış ve biraz geri çekilmek istemiştim. 2001 yılında çıkan öğrenci affıyla albüm yapmadan önceki en büyük idealimi gerçekleştirme fırsatı yakaladım ve konservatuvara geri döndüm. Abuk subuk ilişkilerin olmadığı, idealist bir ortamda, müzikle çok daha yoğun bir biçimde iç içe olmak bana ilaç gibi geldi. Bu arada özel gecelerde ve konserlerde sahne almaya devam ettim. Söz ve beste çalışmalarına ağırlık verdim. Bir öğrenci olarak yaşamam gereken her şeyi belki 5-6 sene geriden gelerek yaşama şansım oldu. Kısacası içimde hiçbir ukdenin kalmadığı, müzik eğitimimi tamamlamış olmaktan dolayı özgüvenimin sağlamlaştığı bir dönemdi.

Geriye Dönme de bir dönüş albümü için ironik bir isim olmuş açıkçası. Bu 10 yıl albüme nasıl etki etti?

Geriye Dönme albümdeki şarkılardan birinin adı. Bu ismi albüme koyarken bu ironiyi hesaplamış değildim. Sonrasında bu şekilde çağrışımlar yapabileceğini fark ettim tabi fakat bu sonucu değiştirmedi. Neticede benim hayatımda her zaman geçerli olmuş bir felsefeydi. Yeni albüm, önceki albümlerime göre çok daha fazla kendimi ifade edebilme şansına sahip olduğum bir albüm olarak değerlendiriyorum. Bir şarkı dışında bütün sözleri ben yazdım. İki de bestem var. Diğer besteler ise işte o ortalıkta görünmediğim günlerin kazancı olan bir müzisyen Dost Bilen Kırım’ın. Albümün ilk klibini "Görmeseydim" isimli şarkıya çektik, önümüzdeki günlerde müzik kanallarında yayınlanmaya başlayacak.

Şarkıcı olmak en büyük hayaliniz miydi yoksa tesadüf eseri mi giriş yaptınız piyasaya?

Şarkıcı olmak benim için bir hayaldi, evet gerçekten büyük bir hayaldi. Öte yandan ilk albüm teklifine tesadüf dersem de kendime haksızlık etmiş olurum. Konservatuvardan arkadaşlarımla beraber sahneye çıkmaya başlamıştım. Sahneye çıkarak bi şekilde bu işin olma ihtimalini arttırdığımı düşünüyorum. Sahneye çıkışımın 4. ayında ilk albüm teklifi geldi. Bu teklifi değerlendirdiğim için çok memnunum fakat ne tam olarak alaylı, ne de okullu olmamanın acemiliği beni biraz zorladı. Çünkü sektörde yetenekli olmak yetmiyor, özellikle insan ilişkileri çok yorucu.

İlk albümünüzü çok küçük bir yaşta çıkardınız. Bir çok hit de kazandırdınız pop müziğe. O zamanlar gördüğünüz ilgi sizi hayrete düşürdü mü?

Evet, çok şaşırmıştım. İlk klibimin yayınlandığı günün ertesinde yanımdan geçen iki kızdan birinin diğerini, "Aaaa! Hazal değil mi bu?" diye dürtmesiyle "N'oluyoruz" demiştim içimden. Sonrasında konserlerde hiç tanımadığım insanların gülümseyerek, sevgiyle bakması ya da ağlama krizlerine girmesi daha da şaşkınlığımı arttırmıştı. Tabii bir zaman sonra onların psikolojisini anlamaya başladım. Büyüleyici bir şey karşılıksız sevilmek.

Benim kişisel olarak en sevdiğim albüm Aşka Dair. Size hangisi diye sorsam, “Hepsi çocuğum gibi” mi dersiniz, yoksa net bir cevap verebilir misiniz?

İlk günden beri o klişe kelimeyi kullanmaktan kaçındım ve dürüst olmanın gerekliliğine inandım. Benim için torpilli şarkılar var. Mesela ilk albümden "Bozuyorum Yeminimi" isimli şarkımı, ikinci albümden "Aşka Dair" isimli şarkımı, üçüncü albümden "Sürgün Aşkımız" isimli şarkımı diğerlerinden biraz daha farklı bir yere koyarım.

Gelelim müzik piyasasındaki sorunlara. Pop müzik 90’larda altın çağını yaşarken birden bire işin seyri değişti. Yapımcılar sizin gibi sanatçılardan çok iyi para kazandı ama 2000’lere gelindiğinde gözle görülür bir yozlaşma başladı. Tüm bunların müsebbibi yapımcılar mı, yoksa sanatçıların da kabahati var mı?

Yapımcılar çoğu kazandıklarını sektöre geri döndürmediler, bu var kesinlikle. Tutan bir işi daha da yükseltmek için daha fazla yatırım yapmak yerine, nasıl olsa tuttu diyerek albüm bütçelerini daralttılar. Emek harcamadan çok kazanmak isteğini hiçbir zaman anlayamadım zaten. Kazandıklarıyla yiyip içip gezdiler, yat villa aldılar şimdi de sektör bitti diyorlar. Müzik bilgisi olmayan prodüktörlerin, kişisel çıkarları doğrultusunda, sadece güzel ya da yakışıklı olan, müzikle alakası olmayan kişilere yapılan albümler de bu çöküşte epey bir rol oynadı. Kalite git gide düşmeye başladı. İnsanlar da sıkıldılar bir yerden sonra. Pop müzik ve pop müzik yapan şarkıcılar saygınlığını yitirmeye başladı. Gerekli niteliklere sahip olan, işini önemseyen ve üretenler ayakta kaldılar. Gereksiz yer işgal edenlerse hep vardı, hala da var. Onlara da bir şey diyemiyorum sonuçta herkesin hayallerini gerçekleştirmeye hakkı var, onları topluma sanatçı diye lanse edip, destekleyenleri hatalı buluyorum. Ne kadar popülersen o kadar sanatçısın anlayışı yerleşti, bütün kavramlar birbirine girdi, durum vahim.



Hiç kendi kendinize “Artık geri dönmek yok. Ne halleri varsa görsünler” deyip pes ettiğiniz zamanlar oldu mu?

Olmadı böyle bir şey. Eski bir sporcuyum, o sebeple pes etmek diye bir kelime bilmiyorum. Bir şeyi yapmak istediğim zaman, hedefe kilitlendiğimde hırslı ve mücadeleci olurum. Bazen beni tiye alırlar; maçın 86. dakikasında, 3-1 geride olduğumuz halde son dakikaya kadar kazanma şansımız olduğunu savunurum. Başkalarının düşüncesi beni bağlamıyor. Yok işte geç kaldın, unutuldun vs... Hiç kimseye sırtını dayamadan bir şeyler başarmış bir insanın, yine sahip olduğu yetenek, bilgi ve emekle her zaman başarma potansiyeli vardır. Şans da lazım tabii.

Diyelim ki bugün bir yapım şirketi kurdunuz. Yapacağınız ilk şey?

Gerçekten başarabileceğine inandığım, yetenekli, kültürlü, çalışkan, vizyon sahibi, yaptığı işi iyi bilen, samimi davranan, enerjisi yüksek, iletişimi güçlü, yaptığı işi iyi bilen, konusuna hakim olan şarkıcı ve müzisyenleri keşfedip onları bir araya getirmek, alternatifler sunabilmek ve hiçbir masraftan kaçınmamak isterdim. İnce eleyip sık dokuyarak profesyonel bir ekip oluştururdum. Biri tutmazsa öteki tutar mantığıyla 40 tane prodüksiyon yapmazdım. Az ama öz işler yapardım. Uzun vadeli düşünür, yaptığımız işin arkasında durur, hiçbir zaman 'aman bu iş patlamadı' diyerek projeden elimi çekmezdim.

Sizce aynı camiayı paylaşan insanlar dost olabilir mi? Kaba tabirle “kazık” yediğiniz zamanlar oldu mu?

Egosunu törpülememiş insanlarla dost olmak biraz zor gözüküyor. Sevgi, nefret yan yana gidiyor sanki sanatçı dostluklarında. Biri diğerinden biraz daha başarılı olsa arızalar çıkmaya başlıyor. Karakterleriyle de ilgisi var tabii; kimisi belli eder bu hislerini, kimisi sinsidir. Genelde bu camiada düşmanını yakın tut felsefesiyle yürüyen, dostluk diyemeyeceğimiz ilişkiler var. Her şeyde olduğu gibi mutlaka istisna insanlar vardır tabii. Yaşça daha küçük ve tecrübesiz olduğum dönemlerde kazık yediğimi farketmem biraz zaman alıyordu. Şimdi niyetleri az buçuk bir paranoyayla hissedebiliyorum sanki.

Her zaman merak ettiğim ve hiçbir röportajcının sormayı akıl etmediği bir soru var kafamda. Yorumcu ve aranjör ilişkileri hep merakımı çelmiştir. Aranjörlerden yana şanslı mısınızdır? Diyelim ki bir şarkı üzerinde çalışıyorsunuz ve aranjörün algısı sizinkinden çok farklı. Doğal olarak aklınızdakinden çok daha farklı bir şey çıktı ortaya. Sonrası nasıl gelir?

Kendi seçtiği aranjörle çalışabilen sanatçıların sayısı gerçekten çok az bizim sektörümüzde. Bu ne istediklerini bilmeleriyle alakalı olduğu kadar, şirketin sanatçı üzerindeki yaptırımlarıyla da alakalı. Bizim camiamızda niteliklerin çok da bir önemi yok maalesef. Nasreddin Hoca’nın dediği gibi parayı veren düdüğü çalar istediği gibi. Sizin ne düşündüğünüze önem vermeyen şirket patronları o kadar çok ki. Bu aranjörle çalışıcaksın derler ve konu orada kapanmıştır. Konumunu hazmedemeyen sanatçılar kadar, konumunu hazmedemeyen aranjörler de var, en büyük sıkıntı onlarla yaşanıyor. Sizin ne istediğinizi, kapasitenizi düşünmeksizin sanki kendi albümlerini yapıyormuş gibi çalışırlar. Bazıları da ne kadar anlatırsanız anlatın ne istediğinizi anlamazlar, aynı yerden bakmıyorsunuzdur olaya. Bu da çok can sıkıcı. Müzikal anlamda aynı vizyonu paylaşabildiği bir aranjöre denk düşen sanatçılar çok şanslı bu durumda. İnternet paylaşımlarının artması yüzünden,dibe vuran albüm satışlarıyla birlikte prodüksiyon şirketleri yok denilebilecek sayıya gelince, iş başa düştü. Belki de bu, nitelikli işler üretebilmek adına hayırlı oldu, albüm yapmak isteyen sanatçılara istedikleri aranjörle çalışıp, istedikleri müziği yapma imkanı yarattı.

Aranjörlerle yorumcuların egoları sık sık çatışır mı?

Ben böyle bir durum yaşamadım henüz. Eğer karşılıklı olarak birbirlerinin yetenek ve bilgisine saygı duyuyorlarsa çatışmadan çok müzikal bir zenginlik söz konusu oluyor.

Diğer bir merakım da albümün yapım aşamasında yapımcıyla olan ilişkiler. Ne kadar etkisi olur bir yapımcının albüme? Hiç bu zamana kadar şarkılar ve konsept üzerinde sizi yönlendiren, istemeseniz de yapmak zorunda bırakan bir tutumla karşılaştınız mı?

Maalesef böyle bir tutumla yaklaşan yapımcım oldu. O albümün tamamıyla ilgili değil ama birkaç şarkıyla ilgili olarak. Bu sadece mutsuzluk yaratıyor insanda. İnanmadığın, yapmak istemediğin bir şeyi yapmak zorunda bırakılıyorsun sonuçta. Albüm tanıtımı aşamasında katıldığım programlarda dilim başka kalbim başka söyler bir pozisyona düşmek istemedim hiçbir zaman. Bu konularda da dürüst davrandığım ve yine burnumun dikine gittiğim için çok eleştirilmişimdir yapımcım tarafından.

Disiplinli misinizdir? Hani Twitter’da bazı malum kişiler var, ellerinde bütün gün telefon, ne kadar çalıştıklarını, 3 saat uyku uyuyup sabah 6’da kalkıp spor yaptıklarını falan anlatıyorlar. Siz böyle kendine asker gibi davrananlardan mısınız?

Disiplinli olmam gereken dönemlerde disiplinliyimdir ama keyifli yaşamayı da, tembellik yapmayı da bilirim. İşimi önemserim ve çalışmaktan kaçmam. Aşırı kontrolcüyüm; benimle ilgili yapılan her şeyi, gelişmeleri bilmek isterim. Bir iş yapılırken bir sürü kişi emek verir ama o işin temsilcisi sensindir. Albümün kapağında senin adın yazar, programlara sen katılırsın. İyi ya da kötü yapılan her yorumun muhatabı sensindir. Hazal süper yapmış ya da Hazal yapamamış, denir. Dolayısıyla benim de işimi şansa bırakmak gibi bir lüksüm yok.

Twitter demişken siz de ilgi gören ve bana kalırsa en doğal ünlülerdensiniz. Twitter hakkında ne düşünüyorsunuz?

Teşekkür ederim. Twitter henüz ülkemizde Amerika’da olduğu kadar revaçta değil. İnternet kullanıcısı ünlülerimizin sayısı da fazla değil zaten. Twitter bir sanatçı için, kendini daha iyi ifade edebilme imkanı sağlıyor bence. Burayı çok verimli bir şekilde kullanmak mümkün. Sizi seven insanlarla bir araya gelmek, onların meraklarını gidermek, sorularına birinci ağızdan cevaplar verebiliyor olmak, etkinlikleriniz hakkında bilgilendirmek keyifli. Şarkı söylemenin dışında, nasıl bir insansınız, ne okursunuz, ne izlersiniz, ne düşünürsünüz, neleri seversiniz, renginizi belli edebileceğiniz bir ortam. Üstelik 140 karakter sınırıyla fazla sıkmadan, yormadan...

Dünyada olup bitenler hakkında ne düşünüyorsunuz? Art arda yazılan felaket senaryoları, 3. Dünya Savaşı’nın bile dillendirilmeye başlaması, salgınlar ve doğal afetler… Sizce umut var mı?

Uzun vadeli hesaplarla yazılmış büyük senaryolar oynanıyor sadece, bunu görebiliyorum. Savaşlardan nemalananlar sanırım krizlerden ve planladıkları gibi gitmeyen bazı olaylardan yara aldılar ki yeniden bir savaşa ihtiyaç duyuyorlar. Salgındır, diplomatik taleplerdir, şudur budur, bunların hepsi zaten savaşa çanak tutan bahaneler. Doğal afetlerin bir kısmı ne kadar doğal o da ayrı bir konu. Bir kısmından gizlice yapılan, kritik bilimsel deneyler mi sorumlu ya da insanoğlunun daha fazla nakit kazanmak için bilinçsizce doğaya kötü davranması mı? Tarihe dönüp baktığımızda değişen tek şey insanların görünüşleri, mimari, gelişen teknoloji vs... Onun dışında ben insanların güdülerinde, politikalarında hiçbir değişiklik göremiyorum. Daha olgunlaşmış, gelişmiş varlıklar değiliz. İyilerle kötülerin savaşı sürüyor.

2012’ye yaklaşırken kendimde bazı değişiklikler fark etmeye başladım. Eskiden de olan ama gittikçe artan metafizik şeyler. Karşımdakinin düşüncesini okuma, olacak olayları önceden kestirme gibi... Sizin böyle yetileriniz var mıdır, düşünce gücü gibi şeylere inanır mısınız? Kısacası 2012 sizce de denildiği gibi kilit yıl mı?

2012 Kilit yıl mıdır bilmiyorum ama bende de var bu değişiklikler. Ben bunu yaş almama, insan ilişkilerinde daha tecrübeli olmama vermiştim. Bir de bu konularla ilgili dizi ve filmlerin artması da bir tesadüf değildir sanırım. Bizim ülkemizde ne kadar alay konusuysa Amerika, Rusya gibi ülkelerde ciddi bilimsel çalışmaların yapıldığı bir alan. CIA Zihin Kontrol diye bir kitap okumuştum birkaç sene önce; kitabın sonunda yapılan çalışmaların, deneylerin belgeleri de vardı üstelik. Her şeyde mantık aramalı mıyız, algımızı aşan şeylere sırtımızı dönmeli miyiz? Bence dönmemeliyiz. Bunların tamamının tesadüf olma ihtimali bana çok mantıklı gelmiyor.

Dünyevi meselelere geri dönelim. Yakın bir tarihte konser var mı?

Sevgililer gününde Bursa’da özel bir organizasyonda sahne alacağız. Mart başında ise Amsterdam’da bir konserimiz olacak.

------------


© Bu bir Tekke46 röportajıdır. İzinsiz alıntı yapılamaz, başka bir yazılı medyada yayımlanamaz.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

11 Şubat 2010 Perşembe

Sibel Alaş ve "Kırık Kalpler Oteli"

Sibel Alaş hayatımıza girdiğinde yıl 1995'ti. O zamana dek yapılmış en özgün video kliplerden birine sahip olan "Adam" şarkısı, sevdiğine varamama korkusuyla kalbi titreyen bir kadının duygularını anlatıyordu ve bana kalırsa oldukça kişisel bir şarkıydı. Daha sonra 1996 sonlarında "Fem"le yerini sağlamlaştırdı ve 1998 Mart'ında çıkan "Çocuk"tan sonra bizleri uzun bir süre onsuz bıraktı. 2006 yılında ise "Carpe Diem" (Anı Yakala) ile dönüşünü yaptı. Albümün ismi sanki kendi kendine söylenmiş bir büyük nasihatı gibiydi; hayat akıp gidiyor, bir çok tatsızlığı da barındırıyor ama önemli olan anı yakalamak, der gibiydi.
Yıl 2010. Sibel Alaş şimdi karşımıza bir kitap çevirisiyle çıkıyor. Jamie Ford'un "Kırık Kalpler Oteli" (Hotel On The Corner Of Bitter and Sweet) kitabını Türkçeleştiren Alaş, ilk defa kendi branşında bir iş yaptığını ve heyecanlı olduğunu belirtiyor. İşte kitabın tanıtım yazısı:
Henry Lee, bir zamanlar Seattle'ın Japon Mahallesi'nin giriş kapısı olan Panama Oteli nin dışında toplanmış bir kalabalıkla karşılaşır. Yıllardır kapalı olan otelin yeni sahibi otelde inanılmaz bir keşif yapmış ve II. Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarına gönderilen Japon ailelerin sakladıkları eşyaları bulmuştur. Henry etrafına bakınırken, otel sahibinin elinde tuttuğu şemsiyeyi açtığını görür. Bu basit hareket Henry nin, dünyasının karmaşa ve heyecanla dolu olduğu 1940'lı yılları ve kendini Çin'deki savaşa kaptırmış olan ve Henry'nin Amerikalı gibi yetişmesini isteyen babasını hatırlamasına sebep olur.
Bize de bu romanı alıp okumak düşüyor.

Kitabın bilgisine ulaşmak için tıklayın
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

Esra Erol'un 'başka dünyalar'la sınavı!

Son yılların vazgeçilmezi olan evlilik programlarının vazgeçilmez sunucularından Esra Erol, geçtiğimiz akşam programa bağlanan bir telefonla 'zor anlar' yaşamış. Telefondaki kadın seyirci, önce naif ve gayet unisex bir şekilde ilişkiler geçmişinden bahsederken birden bire sözü Hollanda'da yaptığı, ama ailesinin baskısı sonucu biten evliliğine getirmiş. Bu sözler üzerine de durumu çakmayan Esra Erol ve seyircileri, paravanın kenar köşesinde el pençe divan bekleşen damada talip bulduklarına sevinirken telefondaki kadın bombayı patlatmış: Stüdyodaki kadın konuklardan, anlaşabileceğim biriyle evlenmek istiyorum! deyivermiş. Ben programı izlemedim ama aniden yükselen ve dalga dalga büyüyen "Aaaaa!" nidalarını tahmin edebiliyorum. Tabii bizim domestik kızımız da derrrhal telefonu yayından alıp bir güzel ahlak dersi vermiş. Haberlerden okuduğum kadarıyla da "Ben o telefon numarasını da bulurum, canını yakarım," demiş. Pardon da neden canını yakıyorsun a güzel ablam?
Şimdiiii... Bilindiği üzere bu tür programlar mümkün olduğunca popülist yaklaşımlarla idare edilir ki elinde çekirdek, gözünü ekrandan hiç ayırmayan, çocuğu ağladığında veya ödevi için yardım istediğinde "Sus lan domuzun dölü" diye geçiştiren, kurban bayramlarında kestiği kurbanı sadece kendisi yiyen, her türlü haltı edip, komşusunu boşandığı için namussuzlukla suçlayan klasik alt sosyo ekonomik tebaya mensup kemikleşmiş kitleyi kaybetmesin, cepler parayla dolmaya devam etsin. Bu çerçevede bakacak olursak Esra Hanım az bile yapmış, o an fevri davranıp eşcinselliğe 'methiye' de düzebilirdi. (Büyük ihtimalle derneklerin ve kuruluşların karalamasından korkmuştur) Amma ve lakin isminden de hayli çakma olduğu belli olan seyirci hiç mi bilmez bu tür programlarda böyle şeylerin dillenemeyeceğini? Hollanda'da yaşıyorsun diye her yer orası gibi mi olacaktı? Hem senin hiç mi sosyal bir çevren yok orada? Stüdyodaki el örmesi hırkalı, dip boyası gelmiş saçlı, Willendorf Venüsü biblosu gibi kadınlara mı kaldın kala kala? Tabii bu telefonların program ekibi tarafından kurgulanmış olması ihtimali de söz konusu. Zaten öyleyse, lezbiyenlik üzerinden prim sağlamanın, lezbiyen evlilik yapmayı dile getirmekten daha masum olmadığı da apaçık.
Bugün Başbakan eşcinsellikle ilgili kanun düzenlemelerinin önünü açsa, nefret suçları kanunlarımızda resmen yer bulsa ve iktidar partisinin sivil gençlik kolları üyeleri bu yönde açıklamalar yapsa -ki bir süre önce yapıldı ama yankı bulmadı - eminim ilk bayrak taşıyıcıları bu insanlar olur. Bunlar suyun aktığı yöne akmayı severler. E, tabii kolay mı her ay 200.000 liranın üstünde kazanmak? Kim kaybetmeyi göze alabilir ki? Hem belki onların yerinde olsak, biz de cipimizle giderken, otobüste balık istifi evinin yolunu tutan vatandaşla göz göze geldiğimizde içimiz cızzzz eder! Ahh!
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

10 Şubat 2010 Çarşamba

Kedi kanı içen kadından pişkin açıklama: Moda böyle ooluumm!

Kedi kanı içen Bodrumlu cani kadın haberini dün yazmıştım. Yazımı yayımladıktan sonra haber sitelerine bakayım dedim, bir de ne göreyim? Failimizin boy boy fotoğrafları çekilmiş, yüzü hafiften buğulandırılarak bir de galeri oluşturulmuş. Hakkında şikayet dilekçeleri toplayan kadınların çabasıyla polis tarafından bir otobüse bindirilerek uzaklaştırılmak istense de derhal canhıraş aşağı inip kendisini çekmek isteyen gazetecilere adeta poz vermiş. Büyük ihtimalle Kosla Oxi Action ile çıkarmaya çalışıp çıkaramadığı, uçuk pembe kan lekeleriyle puantiyelenmiş beyaz kazağı, turuncu kısa saçları ve mini eteğiyle arzı endam etmiş hiç utanmadan. (Bir de otostop çekiyor bazı pozlarda) Kendisine neden kedi kanı içtiğini soranlara ise "Şimdilerde moda böyle ooluumm, siz derdinize yanın" minvalinden cevaplar vermiş. Vallahi ben hiç böyle bir profil beklemiyordum. Nasıl anlatsam, uzun siyah, yağlı saçları olan, kadifesi soyulmuş yeşil eşofman altı, üstünde kahverengi anorak bir parkayla yüzünde pişman bir ifade barındıran, sıradan bir kadın bekliyordum. Bunu yolda görsem (otostop çekerken değil elbet) sosyolog falan sanırım valla.
Demek ki neymiş, imaj her şey değilmiş arkadaşlar. Her gördüğünüze kanmayın.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

9 Şubat 2010 Salı

Kedi kanı çay bulunur!

Belki okuyanlarınız vardır, Bodrum'da bir otele yerleşen kadın, lobide ayarttığı kediyi odasına atmış. Tabii flört etmek için değil. Vahşi kadın Battaniye isimli zavallı kediciğin karnını deşip kanını içerken otel görevlileri tarafından yakalanmış. 35 yaşındaki S.S., akli dengesi yerinde olmadığı için ceza almamış ve sadece 'mala zarar vermek'ten hakkında soruşturma açılmış. (Hukuk nazarında kediciğe mal gözüyle bakıldığını da öğrenmiş olduk) İfadesinde de "İstemeden yaptım. Kendime hakim olamadım," demiş. Şimdi anlamadığım bir nokta var; bu kadınceğiz akıl hastası olduğunu kabul ediyor mu? Ki ediyorsa zaten akıl hastası değildir. Diğer bir anlamadığım da özellikle neden kedi kanını tercih etmiş? Geçmişinde satanist bir hikaye mi var? (Sadettin Teksoy gazeteciliği) Bunun yanında merak ettiğim bazı şeyler daha var. Mesela bu kadının komşuları hiç mi anlamadı anormal bir şeyler olduğunu? Yahu civar kedilerin kaybolmasından bile çakar insan durumu! Belki iyi niyetli düşünüp "Ah, kadına bak yaovv. Biz artık yemekleri bile vermezken o, sokaktaki bütün kedileri evine tıkıştırıyo" diye yormuşlardır. Bilseler ki katı meyve sıkacağında kedi suyu sıkıyo!
Ya da hiç mi misafir ağırlamadı bu evinde? Kadınlar şööle kanepelere, o da olmadı Siesta marka plastik sandalyelere inci gibi dizilip, elinden tavşan, pardon, kedi kanı sıcak bi' çay hiç mi içmediler? (Şimdi hararetli bir şekilde 'Biz çay diye ne içtik kız Saliha?' muhabbeti dönüyordur herhalde civar evlerde) Bir de benim aklıma bu S.S.'nin çok fazla Twilight - Alacakaranlık izlemiş olabileceği ihtimali de gelmedi değil. Filmdeki Gökhanus Özenus cinsinden, genç kızların sevgilisi vampir oğlana özenip, insanlara geçmeden önce kediler üstünde staj yapmış olabilir. Evliyse belki kocası da kurtadam falandır. (Çocuklarını düşünemiyorum. Ne mitsel bir aile. Soyadları da Patetik olsun bari)
Geçtiğimiz aylarda da bir ergen kızımızın, psikolojik çöküntüsünün acısını zavallı sokak kedilerinden çıkarışını 8 megapixel fotolarla, en innnce detayına kadar görme gafletinde bulunmuştuk. (Hayır, neden açarsın ki o fotoyu karşına nasıl bir manzara çıkacağını bile bile?) Hatta gaza gelip bütün hayvansever sitelerine imza bile atmıştık -ki kendisi şu anda büyük ihtimalle elinde önceki geceden kalma tavuk kanatlarıyla kedi ayartmaya çalışıyordur, neyse.
Şimdi sözüm hayvanseverlere: Siz siz olun öyle sevdirmeyin herkese kedinizi, kuşunuzu. Maazallah, gözlerine kestiriverirler, ne olduğunu anlamazsınız.
Son sözüm ise ev kadınlarına: Artık misafirliğe gittiğiniz evlerin mutfaklarını bire bir kontrol edin. Tavşankanı deyimi gerçek olmasın. Sevgiler, saygılar. (Esra Ceyhan mode on)
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

İnsanları tanıyalım: Nargile kafe boy

İnsanları kategorize etmeyi sevmem. Sırf bu yüzden ısrarla Mümin Sekman'ın hiçbir kitabını okumadım. (Kahkaha efekti) Ne var ki çoğu zaman insanları sınıflandırmak, önyargılarımızı pekiştirir ve biz de bunun esiri olmaktan kurtulamayız. Ta ki karşımızdaki kişi ilk intibayı yıkıp bizi mahcup edene dek...
İşte "İnsanları tanıyalım" köşemizde bu 'kaba taslak insan portresi çıkarma şablonumuzu' devreye sokuyorum ve kendi tespitlerimi ortaya koyuyorum. İlk bölümümüzün konuğu "Nargile kafe boy"lar.

"Nargile kafe boy" türü genellikle, adından da anlaşılacağı üzere nargile kafelerde bulunur. Büyük bir çoğunluğu esmerdir ve saçlara, ya jöleyle ya da wax'la 2000'lerin Ricky Martin'i şekli verilir. (Bu imaj 3. Dünya Savaşı'nda bir atom bombası her şeyi yok edene kadar sürecek sanırım) Kirli sakal vazgeçilmezlerindendir ve ideolojik görüşe göre boyna poşu dolanabilir. Küpe, hızma ve piercing benzeri aksesuarlar pek görülmemekle birlikte, belki sağ omuza, içinden kan damlayan boynu bükük bir gül figürü dövme olarak işlenmiş olabilir.
Deri ceket, o da olmazsa Collezione marka, sentetik, dar bir mont evladır. Hemen hemen hepsinin modifiye bir Şahin'i vardır. (Araç hareket halindeyken camlarından Dale Don Dale veya Hey Sexy Lady şarkılarını duyabilirsiniz) Bir çoğunun, kendisini askerden dönene kadar bekleyecek "garanti" bir sevgilisi ve sarı postişli, ugg botlu (mümkünse Erenköy pazarından) bir "flört"ü vardır. Yonja profilleri onlar için çok önemlidir. "Quotes" bölümünde "Sös qoNusu VadanSa qeRiSi TefeRruaDdiR" mottosu veya büyüklü küçüklü harf kombinasyonuyla iç edilmiş anonim bir şiir hiç eksik olmaz. Fotoğraf albümlerinin temel direği, yine nargile kafede duman tüttürürken çekilmiş, yandan bakışlı ve sepya efekti verilmiş fotoğraflardır. Eğer bu profili inceleme sürecinde hoparlörleri açık bırakma gafletinde bulunursanız, aniden çalmaya başlayan ağlak bir Ferhat Göçer veya Sagopa Kajmer introsuyla yerinizden hoplayabilirsiniz.
Eçcinsellerden nefret ederler fakat gece kulüplerindeki feminen şarkıcıları dinlerken eğlencenin dibine vururlar. Çünkü bu gösteri onlar için adeta bir "freak show"dur. Bunun yanında sevişen iki kızı seyretmek en büyük fantazilerindendir.
"Nargile kafe boy"ların Facebook profillerinde mutlaka banyo aynası karşısında kendileri tarafından çekilmiş "afilli" bir fotoları bulunur. (Bir el adonis kaslarını kapatan bornozu kavrarken diğer el telefonu tutar. Saçlar ıslak ve arkaya taranmıştır. Fonda, duvara asılı, kenarları iğne oyasıyla işlenmiş bir el havlusu, bekar eviyse ucu yırtık bir Avril Lavigne posteri görebilirsiniz) İlişkiler konumunu bir gün "married" bir gün "divorced" yaparlar ki potansiyel hayranları tetikte olsun. Eğer "garanti" sevgililerinden korkmuyorlarsa "In an open relationship" konumunda da karar kılabilirler.
İdeolojik dünyaları ise oldukça karmaşıktır. "I love Che Guevara" grubunun hemen altında "Komünüzme karşı 1.000.000.000.000.000 kişi pulabilirim" gibi abuk bir gruba üye olduklarını da görebilirsiniz.
Sonuç: Nargile kafe boy'lar, galeyana getirilmedikleri, kızdırılmadıkları ve tahrik edilmedikleri takdirde zararsız bir türdür. Onlarla Tophane'de güzel bir gün geçirebilir, futbol üzerine tatmin edici sohbetler edebilirsiniz. Eğer dişiyseniz, onlara fiziklerinin ne kadar güzel olduğunu söyleyin. Erkekseniz "Choq qiyaqsin be qanqa" sözü, sonsuzluğa uzanacak bir dostluğun temellerini atabilir.

www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip

Takdim

İlk yazıyı yazmak her zaman zordur. Hele ki ilk cümleyi bulmak. Nasıl başlasanız, ne yazsanız olmaz, içinize sinmez. Bilen bilir, 2006'da, daha asparagas haber sitelerinin esamesi okunmazken MadonnaTurk hayran sitesinde başlayan Coulrophobic Times maceramı Temmuz 2009'da blog alemine taşımıştım. Eh, az ilgi de görmedi hani. Yeri geldi aklımda uçuşan asparagas haberleri değil yazmak, tasnif etmek bile mümkün olamazken, yeri geldi ilham kaynaklarım bana artık ilham vermez oldu. Ama aklımda sanatsal olaylar ve gündem hakkında, günümüz deyimiyle "lifestyle" tarzında bir şeyler yazmak hep vardı. Bunu da Coulrophobic Times blogumda "Ciddi Köşe" adı altında yapmaya çalıştım ama, o matrak haberlerin içinde çok da sevimli durmadığını fark ettim. Üstümden kalkmak bilmeyen ataleti def eder etmez de bu blogun temellerini attım. Blogumun ismi ise büyük usta, vakti zamanında benim de fotoğraf hocalığımı yapmış olan Eyüp Görgüler'in bir broşürünün arkasında gördüğüm "Tekke 46" yazısından gelmedir. Malumunuz; 46 Türkiye'de deliliğin rakamıdır. Türk Ceza Kanunu'nda akli melekeleri yerinde bulunmayanlar 46. maddede tanımlanır. Bu tanımlamanın, içerik konusunda yeterince bilgi vermiş olmasını umuyorum.
Yeni yazı yayımlamada ne kadar istikrarlı olurum bilinmez ama gerçekten bir şeyler anlatmak istediğim zaman yazacağımı biliyorum.

Tekke 46'ya hoşgeldiniz.
www.tips-fb.com TwitterTwitter Takip